Hergün yeni bir şeyler yaşıyoruz. Her yaşantı ruhumuzda bir iz bırakıp geçiyor. Ben, bu izlerin hayatımızdaki pozitif izdüşümlerinin takipçisiyim.

31 Ocak 2010 Pazar

AYAKKABILARIN PEŞİNDE

5 aydır düzenli olarak spora gidiyorum. Kimi hafta daha yoğun, kimi hafta daha seyrek ama hep gitmeye çalışıyorum. Kendimi motive etmek için sevdiğim bir spor çantası, bir iki eşofman aldım. Bir de ayakkabı almayı planladım. Başlangıç için evde bulduğum eski bir spor ayakkabımı salon için kullanmaya başladım. Çok rahat değildiler ama bununla başlayayım, zaman içinde beğendiğim uygun bir ayakkabıyı alırım dedim. Ve o gündür bu gündür ayakkabı bakmaya devam ettim. Aklımda belli bir marka, renk ve fiyat kombinasyonu vardı. Etiler, Bağdat Caddesi, İstinye Park ve çeşitli alışveriş merkezlerinde aklımdaki ayakkabıyı aramaya devam ettim. Rengini beğensem fiyatı çok uçuk geliyordu. Fiyatı uysa numarası kalmamış oluyordu. Hep bir pürüz oluyor ve ben ayakkabıyı alamıyordum. Ben yine de pes etmeden aramaya devam ettim.

Geçtiğimiz haftalarda artık bu ayakkabıyı aramaktan vazgeçtiğimi kendi kendime duyurdum ve "kullandığım ayakkabıların bir sorunu yok, idare etmeye devam ederim" dedim.  Yani süresi belirsiz bir zaman dilimi boyunca istediğim yeni ayakkabıya sahip olmama ihtimalini de kabul ettim. Nasıl olsa ben istediğim ayakkabıyı bulunca alacağıma inanıyordum.

Ve bugün ne oldu biliyor musunuz? Hiç aklımda yokken, ayakkabı almak için bile girmemişken dükkâna, işte tam istediğim ayakkabıyı, tam istediğim numarada ve tam istediğim fiyatta buldum. Yaklaşık 3 dakika gibi bir sürede ayakkabımla kavuştuk. Haa, bir de üstüne üstlük o dükkânda kullanılmak üzere cüzdanımda bir de hediye çekim varmış. : ) Ne şans değil mi?

Bakıyorum da hayat çoğu zaman aynı sistemle işliyor. Her işin başı istemek, gerçekten çok istemek… Ama bu isteğimizi takıntı haline getirirsek, “eyvah ben onsuz kalamam, çok fena bir durum bu” dersek, istediğimiz şeye çaresizce ihtiyaçlı olursak onun olmama ihtimalini kuvvetlendiriyoruz. Peki, ne yapmak lazım? Benim ayakkabımla karşılaşmam çok güzel bir örnek. Derin bir nefes alıp rahatladım. Bir süre daha eski ayakkabılarımla kalmayı onayladım. Bunun yenisinden vazgeçmek olmadığını sadece onunla karşılaşana kadar yine de hayatımdan mutlu olacağımı hissettim. Gerçekten yürekten çok istediğim şeyin hayatıma gireceğine emindim ama henüz gelmeyeceğini de kabul ettim. Ona ihtiyaç duymaktan çıkıp, onu sabırla doğru zamanda gelmesini beklemeye karar verdim. İşte o zaman ona ulaşma yolunu da açmış oldum.

Sanırım; istediğin işi bulmak, istediğin maddi olanaklara ulaşmak, aradığın sevgiliyi bulmak, sahip olmak istediğin evi, arabayı almak, istediğin tatili yapmak vb. için de aynı sistem işe yarıyor. O zaman ben süresi belirsiz bir zaman dilimi boyunca kendi başıma olmayı keyifle kabul ediyorum, bu aşkı aramaktan vazgeçtiğim için değil nasılsa doğru zamanı geldiğinde, kolaylıkla ve çok kısa bir sürede istediğim aşkla karşılaşacağımı bildiğim için.
Resim: Maggie Summers'tan bir illustrasyon
 http://www.designerm.com/labels/_children's%20illustration_.html

26 Ocak 2010 Salı

DÜNYAYI iYİLEŞTİRMEK/KENDİNİ İYİLEŞTİRMEK

Bu sabah yolda gelirken gazetede Gila Benmayor’un Davos Dünya Ekonomi forumu ile ilgili yazısını okudum. Yazıyı okurken benim içimi kıpırdatan cümle “Dünyayı yeniden düşün, Yeniden tasarla, Yeniden inşa et” mottosu oldu. Kafamda bu cümleyi tekrarlayarak, ne yazacağımı bilmeden oturdum bilgisayarın önüne. Bakalım yazı nereye götürecek beni?


Dünya Ekonomi Forumu; dünyanın her yerinden, her farklı kesimi temsil eden pek çok komisyonun katılımı ile dünyada olup bitenlerin değerlendirileceği bir düşünme platformu oluşturacak. Bu platformda; dünyadaki insanların ekonomik ve sosyal alanlarda daha iyi yaşayabilmesi için gerekli olan çözümlerin yeniden düşünülüp, tasarlanması; işbirlikleri kurularak 21. yüzyıl için rekabetçi, kalıcı ve sürekliliği olan çözümlerin üretilmesi hedefleniyor. Birşeyi yeniden inşa etmeden önce de yine işin başı insanın kendisine geliyor ve öncelikle güven ve özgüven geliştirerek yola çıkılacağını ancak ondan sonra ekonomik ve sosyal iyileşmeler için alternatiflerin konuşulabileceği anlatıyorlar.

Yine geldik mi kendimize? :) Her yerde karşıma uğraşacak içsel bir konu çıkıyor. Ekonomide bile dünyayı iyileştirmek için önce kendine güvenmek, özgüvenli olmak,karşımızdaki insana güven duymak, kendini iyileştirmek gerekiyor. Dünyayı iyileştirmek için kendimizi iyileştirmek gerekiyor. Kendimizi iyileştirmek her zaman o kadar büyük bir içerik taşımasa da olur. Minik adımlarla her zaman olduğumdan bir nebze daha farklı davranmak bile bazen yeterli olabilir. Sınırlı kaynakları düşünüp daha az kağıt kullanmak, sinemayı sinemada izleyip, kitabı kitapçıdan alıp ekonomiye katkıda bulunmak, giymediğim kıyafetlerimi, kullanmadığı kitaplarımı ihtiyacı olanlara vermek, gönüllü bir faaliyete katımak, bir arkadaşımla ilişkimi düzenlemek, duygularımı açıklıkla paylaşmak, bir çocukla kartopu oynarken kahkaha atabilmek gibi şeyler dünyayı/kendimi iyileştirmeye benim katkım olabilir.

Başta belirtmiştim, bu yazı nereye gidecek bilmiyorum diye. Yine bana çıktı ucu. Ben bugün kendimi iyileştirmeyi denedim. Hayır, bu iyileştirme deneyimimin dünyayı iyileştirmekle pek bir ilgisi yok : ) 
Uzun zamandır haberleşmediğim çok yakın bir arkadaşım, bugün ortaya çıktı. Bir süredir ona ulaşmaya çalışıyordum. İyi olduğunu bilmenin ötesinde bir paylaşımımız olamıyordu. Bugün bana neden bir süredir etrafta olmadığını anlattı. İçimden ilk gelen, aksilenmek, ‘sen ne biçim arkadaşsın, haftalar oldu hatırımı sormadın, ilgilenmedin, yoksun, merakta bıraktın beni’ diye kızmak oldu. Sonra durdum, düşündüm. Gerçekten arkadaşımla tartışmak mı istiyordum? Bu da onun ihtiyacı, kendiyle kalmak, insanlardan uzak kalmak, kabuğuna çekilmek istedi. Başkalarını duymadan sadece kendi iç sesini dinlemek istedi. Benim aksi davranmam sadece aramıza mesafe koymamıza neden olacak. Oysa ben onunla sohbet etmeyi özlediğimi, yokluğunu hissettiğimi söylemek istiyorum.

Benim dünyamda olmasını istediğim değişimi önce ben kendimde yapmaya başladım. Ve yokuluğunda onunla sohbet etmeyi özlediğimi söyledim. Keyifli sohbetimize kaldığımız yerden devam ettik. Ben kendimi iyileştirince benim dünyam da iyileşti.

Resim: http://api.ning.com/files/unnZeGw1B5thCQHe0Ds2TLrv*qre1yudV401JpQAEAZvnEIJg1zFKCn3w9stmtqfyksbMahGCKVt*dUpJNofXr61qQ-U6UjJ/mondo_mani.jpg



24 Ocak 2010 Pazar

MUTLU BİR YAZI

Dün akşam Julia&Julie adlı filmi izledim. Farklı zamanlarda yaşamış iki kadının hikâyesini anlatan filmin benim zeminimdeki izdüşümü MUTLULUK oldu.


İnsanlar çeşitli beklentilerine ulaşmaya çalışır. Kimi daha hırslı, kimi daha yumuşak yollar izler ve beklentilere ulaşıp mutlu olacağı anı düşünüp durur. Her zaman beklentilere ulaşmak çok da kısa sürede gerçekleşmeyebilir. Beklentilere ulaştığında ise fark eder ki aslında o kadar da muhteşem bir şey değil. Başta bu kadar büyüttüğüne değecek bir şey yok. Ama işte koca bir zaman diliminde hırsla, kararlılıkla kendini yıpratıp durmuştur. “Aaa bütün olay bu muymuş? Tamam, sahip oldum buna, şimdi ne olacak?” sorusuyla, ağzında ekşi bir tatla kalır.

Mutluluk aslında çok da göreceli bir kavramdır. Bazıları daha çok parası olunca, bazıları 10 kilo verince, bazıları istediği gibi biriyle beraber olunca, bazıları da beğendiği arabayı alınca mutlu olacağını söyler. Oysa mutlu olma günü bugündür. Olan kadar paranla, fazla kilonla, yalnızlığınla, arabasızlığınla da mutlu olmayı becermektir. ‘Keşke’lerle, ‘olsaydı’larla mutluluk ne yazık ki olmaz.

Ben diyorum ki gelin bu “beklentiye sahip olma=mutluluk” denklemini tersine çevirelim. Beklentilere ulaşmayı bir mutluluk ölçüsü olmaktan çıkartıp, onlara giden yolu, süreci yaşamayı mutluluk olarak değerlendirelim. Mutluluk bir amaç değil o yolu yürürken hissedilen bir duygu olsun. Bence, mutlu olmak için üretken ve yaratıcı olabileceğin bir amaç belirleyip onun keyfini çıkartmak gerekir. Böylece mutluluğu aramayı bırakınca mutluluk da sana gelir.

İşte Julia&Julie filmindeki kadınlar bunu yaptı. Mutluluğu, beklentisine ulaşınca yaşayacağına emin olduğu için roman yazarı olamamak onu mutsuz etti. Bunun üzerine kendine yeni bir amaç edindi. Yemek yapıp, blog yazarak içindeki yaratıcılığı ortaya çıkartacak yeni bir alan buldu. Sahip olma/elde etme hırsı ortadan kalkınca, yaratma heyecanını koruyunca, insan ilişkilerini olumlu tutunca, ruhuna da iyi bakınca mutluluk da yakasına yapıştı.

İşte bu nedenle ben de bu blogu yazmaya başladım. Düşüncelerimi yazıya döküp üretken ve yaratıcı olmak, bunları insanlarla paylaşarak çevremdeki mutluluğu arttırmayı düşündüm.

Harvard Üniversitesi ve California Üniversitelerinde yapılan bir araştırmada, mutluluğun sosyal ağımızla yayıldığını ve bulaşıcı olduğunu ortaya koymuşlar. Eğer siz mutlu iseniz, yanınızdaki insanın da mutlu olma ihtimali %25 artıyor. Sosyal halkanız mutlu insanlarla genişledikçe bu oran yükseliyor. Sosyal ağın en ortasındaki kişi en mutlu kişi oluyor.
http://www.bmj.com/cgi/content/full/337/dec04_2/a2338 adresinden araştırmanın içeriğini okuyabilirsiniz.

Ekteki resmi anlatan bu videoyu da izlemenizi öneriyorum. Kareler erkek, yuvarlaklar kadın, sarılar mutlu ve maviler de mutsuzları sembolize ediyor. Yeşile kaçanlar da mutlu/ mutsuz arasındakiler. Yanınızda mutlu insanlar bulundurmak iyi çünkü mutluluk bulaşıcı. Neyse ki mutsuzluk bulaşıcı değil ve mutlu insanlarla birlikte oldukça mutlu olma ihtimaliniz artıyor. http://www.npr.org/templates/player/mediaPlayer.html?action=1&t=1&islist=false&id=97831171&m=97833251

22 Ocak 2010 Cuma

DEĞİŞİMİ İSTEMEK

Değişim ne kadar çok hayatımın içindeymiş. Bakıyorum da aynı kavramı farklı alanlarda ve anlamlarda yazıp yazıp duruyorum. Haydi bakalım, yine değişim temalı bir yazıya merhaba!

Geçen gün biriyle konuşmamızda geçen bir cümle beni düşündürdü. Eşinin daha organize olmasını istediğini, randevularını unutmasın diye, araması gereken kişileri, yapılacak işlerinin hepsini yazabilsin diye ona büyük bir ajanda almak istediğini söyledi. Cümle benim için çok can alıcıydı. “Ajanda alayım ona da düzeltsin kendini”

Benim hassas kulaklarım! : ) hemen bu cümleyi yakaladı. Acaba bir insanın değiştirmek istediğimiz bir özelliğini onun rızası olmadan düzeltebilir miyiz? Kişinin içinden değişim rüzgarı gelmezse değişim olabilir mi? Biraz değişim üzerine düşünmek istiyorum.

Hayatımdaki çeşitli ilişkileri gözlemliyorum. Tabii ki arkadaşlarım, ailem ya da erkek arkadaşlarımda farklı olmasını istediğim özellikler oldu, oluyor. Geçmişte ben de bunları değiştirmeye çalıştım. Karşımdakine ne istediğimi söylersem, onun benim istediğim gibi olmasına yardım edersem onun değişim işini de kolaylaştırabileceğimi sandım. Bazen de değişmesi istenen ben oldum. Her iki girişim de başarısız oldu.

Kişi kendisi yürekten istemezse saçının bir teli bile değişmez. Hatta kimi zaman “istiyorum” dese bile kararsız olması, yürekten değişimi istediğine emin olmaması aynı kalmasına neden olabiliyor. Anlayın işte, dışardan birinin istemesi ile asla kimse değişmeyecektir. Hatta belki de değişmesi için baskı gördüğü için ilişkiler gerilecek, sevimsiz bir durum olacaktır. Çünkü bozuk olan bir şey düzeltilir. Oysa her birey olduğu hali ile değerlidir, düzgündür. Belki de daha mutlu olmak için, kişiyi olduğu gibi kabul etmek yeterli olacaktır. Ne yapalım o da öyle kalsın…


O zaman başkarını bırakıp kendimize bakalım, olmak istediklerimizi belirleyelim ve onları görselleştirelim. Kendimi; arzu ettiğim tatile giderken, biletim elimde ve havaalanında düşünebilirim. LA de sevgili arkadaşımla gezerken düşleyebilir, içtiğimiz margaritanın tadını hissedebilir ve yüzüme bunların hepsini yaparken  olacak gülümsemeyi yerleştirebilirim. Almayı çok istediğim evin içinde misafir ağırladığımı gözümün önüne getirebilirim. Bloguma her gün keyifle yeni yazılar yazarken bilgisayarın başında şimdiden görüyorum bile kendimi. Yerli yersiz alınganlık yapmadığım günleri, arkadaşlarımın benle uğraşmalarını gülümseyerek dinlediğimi, şu fazlalık 5 kilomdan kurtulup yeni aldığım bikinimle deniz kenarında dolaştığımı düşleyebilirim.

Sonuç olarak, eğer istersem ben ancak beni değiştirebilirim.

RESİMLER:
http://www.big-images.com/1-877-781-9301/News_files/Visualize-final-product.png
http://images.google.com/imgres?imgurl=http://i.ehow.com/images/GlobalPhoto/Articles/5490200/Change-main_Full.jpg&imgrefurl=http://www.ehow.com/how-to_4845353_6_avoid-common-logical-errors.html&usg=__sBqVZcTyAZbLqD4GI_tLagiLQf4=&h=300&w=380&sz=18&hl=tr&start=19&um=1&tbnid=4cp7MpyaaPVvlM:&tbnh=97&tbnw=123&prev=/images%3Fq%3Dmake%2Bchange%26hl%3Dtr%26rls%3Dgm%26sourceid%3Dgmail%26um%3D1

19 Ocak 2010 Salı

DİREKSİYONDA KİM VAR?

Hayatımız düşüncelerimizden ibarettir.


İNSAN kendisiyle ilgili düşünceleri ve hayal ettiklerinden oluşur. Bu aralar, bu cümleyi inceliyorum. Kim olmak istediğini bilmek ve hayatın direksiyonuna geçmek işin başı. Ben o kişi olsam nasıl olurdum? Nelere sahip olurdum? Kendimi nasıl hissederdim? Bunların hepsi gerçekleşmiş gibi hayalimde canlandırmak ve bana yaşatacağı duyguyu şimdiden içimde hissetmek düşüncelerime hayat veriyor. İstikrarlı olup, bıkmadan usanmadan, olumsuzlukların içine gömülmeden istemeye ve düşünmeye devam edersem düşüncelerim gerçek hayatta karşıma çıkıyor.

Biraz somutlaştırmak istiyorum bu yazdıklarımı. Bir arkadaşım, olan azıcık parasıyla borsa oynar. Genellikle; yüksek fiyattan aldığı hisseler kısa zaman sonra değer kaybeder. Zararı büyümesin diye biraz bekleyip epey düşükken hisseleri elden çıkartır ve rahatlar. Ne ilginçtir ki o sattıktan sonra hisse yeniden yükselişe geçer. O da bu duruma hiç şaşırmaz. Zaten bunun olmasını bekler. Borsa hakkında konuşmaya başladığı an, büyük umutlarından, hisseleri nasıl takip ettiğinden, finansal öngörülerinden bahseder ve hemen ardından da o çok dikkatle izlediği hissenin, ona nasıl kayıplar getireceğinden bahseder.

O kadar detaylı anlatır ki bu kayıplarını. Her birinin hangi puanda başladığını, ne kadar zamanda kaç puan oynadığını, kazanmak üzereyken satmaya karar verdiğinde ise farkında olmadan!! bilgisayarda yanlış emir girip aslında satamadığını ve sonunda yine kayıplarla ortada kaldığını anlatır durur. Kaybetme sürecini o kadar güzel görselleştirmiş ki, hissenin düştüğü zamandaki kayıp duygusunu o kadar hissetmiş ki kazanmayı hiç tanımlayamadığı için her zaman kaybetmeye devam etmiş.

Bu arkadaşım aynı sistemi iş hayatında ve sosyal ilişkilerinde de kullanır. Nasıl olsa sorun çıkacağından, çok az kar ettiğinden, yasal işlemlerdeki aksaklıklardan, aklınıza gelebilecek bütün irili ufaklı olumsuzluklardan bahseder durur. Yani eskiden öyleydi.

Bugün aynı arkadaşımla konuşurken içim neşeyle doldu. Artık o da bir makinist. Bir süredir, daha olumlu cümleler kullanıyor, hayata daha olumlu düşüncelerle bakıyordu. Sanırım artık hayat da ona, doğru yolda olduğunu göstermeye başladı. Sipariş ettiği mallar yanlış geldi ama onları da satabileceğine, hatta bu hatanın ona yeni kapılar açacağına inandı. Hakikaten de yanlış gelen sorunlu malı neredeyse bitirmek üzere. Başarılı biri olduğunu düşündü ve başarılı biri gibi hissetmeye başladı ve gerçekten geçmiş günlere kıyasla çok daha iyi bir noktaya ulaştı. Daha pek çok farklı alanda da hayatındaki olumlu gelişmeleri benimle paylaştı. Çünkü “bir kere düşündüm, olmadı” demeyi bıraktı. Anladı ki, hep olumluda kalmak, onu yaşamaya devam etmek sonunda ulaşmak istediğini getiriyor.

Onunla kısa sohbetimiz bana gece yaşadığım olayı yeniden düşündürdü. Soğuk, yağmurlu ve rüzgarlı bir gece ve gecenin sesleri ile birleşen “donk donk donk…” sesi uykumu böldü. Saat 2.30 cıvarlarında başladı. Metalik bir ses, ritmik bir şekilde balkon demirlerini titretiyordu. Önce duymayıp uyumaya devam etmeye çalıştım. Sonra içimdeki olumsuz ses konuştu: “Ya balkondan yukarı tırmanan birinin sesiyse bu? Biraz sonra içeri biri girerse ne yapacağım? O zaman hazır olmalıyım, içeri girdiklerinde uyumaya devam edeyim, bana bir şey olmasın.”

Metalik seslerin arasında birden aklımdan geçen düşünceleri duydum ve kendime inanamadım. Ben hayatımda bunun mu gerçekleşmesini istiyorum? Neden bunu düşünüp görselleştiriyorum ki? Ben değil miyim, hep pozitif olmayı savunup, arkadaşlarıma da pozitif düşünmenin hayatımızdaki etkilerini anlatmaya çalışan, düşündüklerimizin hayatımızda can bulacağına inanan? Nasıl olur da kendimi ortada olmayan ama evime girecek bir yabancıya hazırlar hale gelmişim?!

Kalktım, camı açtım ve balkon demirlerini kontrol ettim. Üst komşumun kopan çamaşır ipindeki havluların yağmurla ağırlaşmış olduğunu ve rüzgar estikçe balkon demirlerine çarptığını gördüm. “Donk, donk, donk..” Sonra sabaha kadar aynı sesleri duyarak huzur içinde uyudum.

Neyse ki düşüncelerimizin gerçekleşmesi biraz zaman alıyor. Bir kere düşününce hemen gerçekleşmiyor. Olumlu da olumsuz da düşünsek, inanmak, olmuş gibi duygusunu yaşamak ve istikrarlı olmak düşünceyi hayata getiriyor. Arada bir kaçamak oldu ama şimdi ben yeniden kendi dünyamın direksiyonuna oturdum. :) Siz nerdesiniz?

Resim: http://www.peas-cornbread.com/illustration/

15 Ocak 2010 Cuma

SİL BAŞTAN/RESET

İnsan, hayatına anne karnından çıktığı anda başlar. Annenin bebek ağlamasına verdiği tepkiler, bebeğin ihtiyaçlarının karşılanma biçimleri anne ve bebeğin kendi aralarında ortak bir dil oluşturmasına yardımcı olur. Bebek acıkınca başka türlü, uyanınca başka türlü ve altına yaptığında başka türlü ağlamayı öğrenirken; anne de hangi ağlama sesi geliyor ise ona uygun tepkiyi vermeyi öğrenir. Böylece bebek ilk davranış paternlerini geliştirmiş olur. Biraz daha zaman geçer; bebek artık daha sosyal bir varlık olmuştur. Aile büyükleri, okul arkadaşlıkları, komşuları hayatına girer. Artık yaşam alanında daha çok olay vardır. Oyuncağını paylaşması, bazı kurallara uyması ve çeşitli boyutlarda problem çözme becerisi kullanması gerekir. Bu dönemde de yeni davranış paternleri geliştirir. İşe yarayan, kendisini olumlu sonuca ulaştıran davranışları pekiştirilmiş olur. Zaman ilerledikçe üniversite dostlukları, dersler, sınavlar, ilk gönül ilişkileri, iş ve aile hayatı ile yaşamına devam eder. Bu yolculukta; çocuk yaşta edindiği davranış paternleri de onunla birliktedir. Sonra bir gün artık yetişkin olmuş bu insan kendini huzursuz, yetersiz hissetmeye başlar. Bir şeyler yanlış gidiyor gibi gelir ama bir türlü nedenini anlayamaz. Her zaman ne yapıyorsa aynısını yapmaya devam ediyordur oysa.


Her zaman çok sıkı rekabet ortamında çalışmaya alışmıştır. Pozisyonunu korumak için çok çalımanın yanısıra, daha uyanık olmayı, yakın iş arkadaşlıkları kurmamayı ve belki de iş arkadaşlarına fazla güvenmemeyi öğrenmiştir. Aslında; içinde bulunduğu şartlarda, o firmanın kültüründe ayakta kalabilmesi için aslında çok da geçerli bir savunma mekanizması geliştirmiştir. Sonra bu adam iş değiştirir. Yeni iş yeri; takım çalışmasının, pozitif insan ilişkilerinin ön planda olduğu bir kurum kültürüne sahiptir. Ve işte o huzursuzluğu bu anda hissetmeye başlar. Her zaman ne yapıyorsa aynısını yapmaya devam ediyordur oysa.

Dün çok farklı bir konferansa katıldım. TEDXRESET. Sabahın erken saatlerinden akşam saat 19.00a kadar keyifle tüm katılımcıları dinledim. Organizasyonu yapanların ellerine sağlık. Tüm gün boyunca aslında yukarıda psikolojik boyutuyla anlatmaya çalıştığım kavram incelendi. Değişen dış etkenlere ve yeni durumlara karşı repertuarımızda bulunan davranış paternleri işe yaramamaya başlayınca bir durup hayatı sıfırlamak/reset yapmak gerektiğini anlatıyordu. Yukarıda örneklediğim adam; ekip çalışmasının, yakın ilişkilerin desteklendiği bir firmada, bireysel ve insanlara güvensiz olmayı sürdürdüğünde sorun ortaya çıkıyor. Kimileri bir sıkıntı olduğunu farkediyor ama değişime gücü olmuyor. Kimileri ise hayatının kontrolünü eline alıyor ve keşke demeden yaşayabilmek için değiŞİmi göze alıyor ve şimdi/burada hayatı kaldığı yerden, yeniden yaşamaya karar veriyor.
Tabi ki sadece reset etmek, bildiğimiz eski davranış kalıplarını unutmak yeterli değil. Davranış kalıplarının geliştiği şartları düşünmek, bu davranışa hangi duyguların eşlik ettiğini anlamak, sonra yeni,farklı ve yaratıcı alternatifler üretmek ve bunlardan seçtiklerimizi uygulayarak harekete geçmek; yeni davranış geliştirme sürecini tamamlayan diğer unsurlardır.


Şu an kendi içimde buna benzer bir yolculuktan geçtiğim için bu konferansın tam da bu zamanda karşıma çıkmış olması bana yeniden hayatta tesadüflere yer olmadığını hatırlattı. Kulağımda kalan melodiyi sizinle paylaşmak isterim.  www.grooveshark.com

SİL BAŞTAN
Gücün var mı sevgilim/ Derin sularda inci tanesi aramaya
Cesaretin kaldıysa /Hala benle aşktan konuşmaya
Söyle canım sevgilim/Hayat bize oyun oynuyor olabilir mi
Yorgun gibi bir halin var/Duyguların karışık olabilir mi


Sil baştan başlamak gerek bazen/Hayatı sıfırlamak
Sil baştan sevmek gerek bazen/Herşeyi unutmak


Sanki bugün son günmüş gibi/Dolu dolu yaşamak istiyorum ben
Her ne çıkarsa yoluma/Selam verip yürümek istiyorum ben
Sil baştan başlamak gerek bazen/Hayatı sıfırlamak
Sil baştan sevmek gerek bazen/Her şeyi unutmak


Konferans hakkında bilgi için: www.tedxreset.com
Resim: “Geçmişte işe yarayanlar acaba günümüzde de aynı şekilde kullanılıyor mu?”

11 Ocak 2010 Pazartesi

PARÇALI HÜZÜNLÜ

Hafta sonu Gestalt Terapisi grubum vardı. Saatlerce içimizdeki parçaları inceledik durduk. Ne kadar çok parçamızı tanıyıp, temas sınırı geliştirirsek o kadar kendiyle barışık, buluşabilen bireyler olacağımızı öğrendik. Değişim denilen aslında içimizdeki yadsıdığımız parçaları tanımlamak ve onları kucaklamaktan ibaret.


Bu sabah bu yazıyı yazmak için oturdum ve gördüm ki; bugün zeminimde hareket halinde olan pek çok parça var. Ben bir türlü birini seçip konsantre olamıyorum. O zaman bu yazı da benim gibi parçalı hüzünlü olacak bugün.

  • Bir parçası geleceğini planlamakta zorlanacak. Gelecekte ne olmak istediğini bir türlü bulamayacak. 10 yıl sonra kendini nerede görmek istediğini bulamayacak. Ve sonra öğrenecek ki, gelecekle ilgili hayallerin kaybolması yeni bir şeylerin doğumunu müjdeliyormuş. Yaratıcılığın başlayacağını haber veriyormuş. Yeni şeyler üretmek için, planlanmamış farklı adımlar atmak için en uygun zaman gelecekle ilgili hayallerin kaybolduğu anmış.
Ne dersiniz? Ben bunu duyunca biraz rahatladım. Belki de bir bilinmeyenin içinde olmak o kadar da kötü değildir. Belki bu bilinmezlik yeni bir oluşuma gebedir.
  • Bir parçası kendini kusurlarıyla da sevmeyi öğrenecek. Yapabildikleri, yapamadıkları; dış görüntüsü, zayıflıkları, kötü yazıları, keyifli yazıları, hataları ve başarılarıyla bir bütün olduğunu öğrenecek. Kendini olduğu gibi kabul edince daha mutlu olabileceğini öğrenecek.
Ben de bazen kendimi hep doğrusunu yapabilmek için fazla hırpaladığımı fark ettim. Öyleyse bugün ben kendimi olduğum halimle kabul ediyorum.
  • Bir parçası ailesinin varlığı için, sağlığı için şükredecek. Her ne olursa olsun, onlarla birlikte olmak, farklı evlerde, ülkelerde olsalar da aile olabildikleri için, birbirlerini sevdikleri için mutlu olacak. Kimi zaman kayıplar da olabileceğini hatırlatan olaylar yaşayacak, üzülecek.
Ben de ailemin sağlığı ve varlığı için şükrediyorum. İyi ki varsınız.

  • Bir parçası ölümden, kaybetmekten korkacak. Ama sevmeyi bildiği için, bugünü yaşamayı bildiği için, birlikte geçen her günün kıymetini bilebildiği için üzüntüsü hafifleyecek.
Çok sevdiğim bir arkadaşım beklenmedik bir şekilde babasını kaybetti. Üzüntünü paylaşıyorum. Başın sağ olsun.

Resim: http://www.flickr.com/photos/briansolis/520051406/

4 Ocak 2010 Pazartesi

HAYATIN RİTMİ/ BUM PA BUM BUM PA

Bu ara dilimden düşmüyor bu ritim. İnsan hayatının da belli bir ritme sahip olduğunu düşünüyorum. Bazen yaşadığım bir olay beni derinden etkileyince, duygusal iniş-çıkışlar yaşayınca ritmi tutturumak kolay olmuyor. Dikkatim, konsantrasyonum dağılıyor. Doğru ritmi tutturabilmem için kafamın gerçekten boş olması ya da beni mutlu edecek pozitif konularla dolu olması gerekiyor. Belli bir ritmi tutturup ilerleyebilmek için hayatı yaşamaya konsantre olmak gerekiyor.


Bir ritm sahibi olmak sıkıcı bir şey gibi gelmesin size. Her ritm kendi içinde farklılıklara sahip, aralarda farklı ölçülerde es’ler (duraklamalar) var. Hayat da öyle değil mi? İçinde ilerleme, duraklama, gelişim bazen de çöküntüler barındırmıyor mu? Bazen sondan başa bazen de baştan sona ilerleyebiliyor ritm, bazen iki tekrar yapınca yeni bir melodi gibi duyuluyor. Tıpkı kulaklarımdaki bu melodi gibi hayatım da tekrarlanan ritmlerle ahenkle ilerliyor. BUM PA// BUM/ BUM/ PA//BUM/ BUM ...

Zamanlama duygusunu geliştiriyor. Başlarda vuruşları sayarak "bir ve iki ve üç ve dört ve" diyerek ama egzersiz yaptıkça zamanın geldiğini içimden hissederek ritme katılabiliyorum. İşte o dönemler hayatımın çok keyifli ilerlediği anlar. Herşey yolunda gidiyor. Huzurlu hissediyorum kendimi.

Kendi ritmimi anladıktan sonra etrafımdaki kişilerin ritmlerini anlamaya çalışıyorum. Herkesinki farklı, kimi daha ağır ilerlemeyi tercih ediyor, kimi daha hızlı. Bazıları kısa bölümleri birleştiriyor bazıları daha uzun bir satırı tekrarlıyor. Bazısı tek başına çalmayı seviyor, bazısı ise birlikte. Ve ben bu insanlarla, farklı ritmlerle birlikte yaşamayı deneyimliyorum. Sosyal olmayı seviyorum. Hayatımda hep dostlarım, ailem, iş arkadaşlarım, sevgilim olsun istiyorum. Kendim; kusurlarımla, aksiliklerimle, güzelliklerimle olduğum gibi kabul edilmek istiyorum ve tabii karşımdaki insanları da olduğu haliyle kabul etmeye gayret gösteriyorum. Benden farklı olan özelliklerini anlamaya çalışmak ve uyum sağlayabildiğim ölçüde ritmimi onların ritmiyle birleştirmeyi deniyorum. Bazıları ile takım oluyoruz, uzun süreli beraberliklerimiz oluyor. Bazen de işler yürümüyor, müzik karışıyor ve uzakta kalmayı seçiyoruz. Hayatım ilerlerken başkasının sesini/ ritmini bastırmadan kendi sesimi de duyurabilmeyi öğreniyorum. Tıpkı pandeiroyu çalarken yanımdaki insanların tamborim, agogo ya da farklı aletlerde farklı ritmleri çalması gibi. Takım olmayı beceremeyince, bu aletler de kendi başına güzel sesler çıkarsa da birlikteyken bir kaos yaratabilirler.

Bu ritm sevdam nerden geldi merak ettiniz değil mi? :)

Geçtiğimiz ay Brezilya Perküsyon Atölyesine başladım. Jozi Levi’nin Şişhanedeki atöyesinde elimde Pandeiro en keyif aldığım Partido Alto ritmini çalıyorum. Ne kadar keyifli ne kadar dinamik bir müzik. İçimi neşe dolduruyor. Bu neşeyi sizlerle paylaşmak istedim.

Duyduk duymadık demeyin!!!! 8 Ocak 2010 Cuma akşamı Ghetto’da Jozi ve yeni grubunun konseri var. Çok eğlenceli olacağına eminim. Haydi gidelim.

Resim: Rhythm- by Monica Stewart
http://eu.art.com/products/p13464344-sa-i2677052/posters.htm


1 Ocak 2010 Cuma

THIS IS IT




Bu gün yeni yılın ilk günü. Epey bir süredir arkadaşlarımla Ayın Biri Kilisesine gitmeyi istiyorduk. Sonunda hem yılın biri hem de ayın biri olan bugün gitmeye karar verdik. Duyduklarımıza göre buraya gidip olmasını istediğin dileklerin için anahtar alıyorsun ve olduğunda da gelip anahtarını geri veriyorsun. Sabah, umutlarımız ve dileklerimizle oraya gittik. En kısa zamanda geri iade etmeyi umarak adak adadık ve anahtarlarımızı aldık.


Bugün Michael Jackson’ın konser hazırlıkları ve provalarda çekilen görüntülerinden oluşan “This Is It” adlı videoyu keyifle izledim. Anladım ki yaptığın işi sevmek çok önemli. Ne kadar gönülden severek yapıyorsan bir işi kendini o kadar adıyorsun ve başarın artıyor.

Büyük bir ekip bir arada çalışıyorlar. Işıkçı, sesçi, koreograf, dansçılar, vokaller, teknik ekip… kocaman bir kadro var sahnedeki o dev adamın arkasında. Ve o dev adam çalışanların hepsini dinliyor, hepsiyle konuşuyor, çalışıyor, aslında onların hepsinin toplamı “O”.

Kimi zaman klavyeyi çalan müzisyene hangi notayı kaç ölçü istediğini anlatıyor, kimi zaman dansçısına yapacağı hareketleri gösteriyor. Herkes gibi ve hepsinin toplamı kadar çalışıyor. Birlikte çalıştığı insanlar ona hayran, onunla aynı sahneyi paylaşmaktan büyük gurur duyuyorlar.

Sanırım işin sırrı en önce yaptığın işi sevmekten geçiyor. Ve ardından çok çalışmak, işine gereken özeni göstermek, yeniliklere açık olmak ve sürekli denemeye devam etmek gerekiyor.

Videoyu izlerken Michael Jackson’a bir kez daha hayran oldum. Bütün şarkılarda dansçıların yaptığı her koreografiyi o da biliyor ve neredeyse dansçılardan daha güzel yapıyordu. Çalınan şarkıların tümünün müzik alt yapısını biliyor, gereken yerlere rötuş yapıyor ve hiç durmadan çalışıyordu.

Video bittikten sonra eski şarkılarından bazılarını yeniden dinledim. Zamansız şarkılar olur ya, hani 15 yaşındayken de aynı tadı verir, 35 yaşındayken de, hatta belki de bizim çocuklarımız 15 yaşına geldiğinde de onlara aynı tadı verecektir. İşte bence MJ zamansız şarkılar üretiyordu. Hala çok güzel, hala dinlerken içimi titretiyor. Yokluğuna üzülüyorum.

Bu günlerde ben de meslek hayatımı sorguluyorum. Acaba bir insan sadece okuduğu alanda mı çalışır? Ya da hangi alanda tecrübesi varsa hayatı boyu sadece o alanda mı kalmalı? Para kazanmak, yaptığın işi sevmek, eğitim almak, çömez olmak, uzmanlaşmak, uzun saatler çalışmak ya da rahat çalışmak… kafam pek bir karıştığı anlayacağınız. Ama Michael Jackson’ı izleyince tamamdır dedim. Başka türlü olmaz. Ben de severek, kendimi adayarak yapacağım işi bulmaya niyet ettim. Umutlarım içimde, anahtarlarım cebimde. This is it  : )

Resim: http://www.michaeljackson.com/us/home