Hergün yeni bir şeyler yaşıyoruz. Her yaşantı ruhumuzda bir iz bırakıp geçiyor. Ben, bu izlerin hayatımızdaki pozitif izdüşümlerinin takipçisiyim.

25 Ocak 2013 Cuma

BLUE MONDAY


Güven duygusu iki parçalıdır. Hem dünyaya ve dış faktöre duyulan güven hem de kendimize duyduğumuz öz güvenden oluşur.  Kendimize olan öz güvenimizin temeli daha çok erken yıllarda kurulan anne-bebek-baba arasındaki bağ ile atılır. Küçük yaşlardan itibaren dışarıdaki sevgi figürleri (anne-baba-öğretmen-bakıcı-yakın arkadaşlar) tarafından önemli olduğunun hissettirilmesi, fikirlerine değer verilmesi, değerli hissettirilmesi, olduğu gibi kabul edilmesi öz güvenin gelişmesine yardımcı olacaktır.

Bir çocuk minicikken ne kadar çok onay alırsa, ne kadar takdir görürse yetişkin hayatında zorlu durumlarla karşılaştığında öz takdir/onay duygusu rezervleri o kadar dolu olacaktır. Çocuklukta bu rezervi doldurmuş olan insanlar, yetişkin hayatında daha az sorun yaşıyorlar. Öz güvenleri daha yüksek olduğundan, dışarıdan gelecek onay, takdir ve kabule daha az ihtiyaç duyuyorlar. Hayata bakışları daha olumlu, kolay karamsarlığa kapılmayan, her şeyi başarabileceklerine inanan, kendileri hakkında olumlu duygular geliştirip, iyi hisseden bireyler oluyorlar.  Kendilerini seviyorlar. Kapasitelerinin ne olduğunu, neleri yapabileceklerini biliyorlar ve hangi yanlarının zayıf olduğunun farkında oluyorlar. Pozitif düşünüyorlar, kendilerini daha kolay ifade edebiliyorlar.

Oysa çocukluğunda aileleri tarafından güven/onay rezervleri yeteri kadar doldurulmamış yetişkinler ne yazık ki hep dışarıdan gelen onay ve takdir sözlerine ihtiyaç duyuyorlar. Çocukluğunda ağır eleştiriler almış, zayıf yanları hep yüzüne vurulmuş kişiler; kendi başarıları ile ilgili azıcık bir şüpheleri olduğunda dışarıdan “aslansın, yaparsın, sen zaten iyisin” onayını almadıklarında ne yazık ki çok çabuk karamsarlığa düşebiliyorlar. Öz güvenleri yeterince gelişmediği için başarısızlık hislerine daha çabuk kapılıyor ve olumsuz düşüncelere dalabiliyorlar. Mutsuzluk hisleriyle baş edemedikleri için daha uzun süre hüzünlü kalıyorlar.

Bu hafta başında ben biraz hüzünlüydüm. Hangi konuya elimi atsam hep eksiğini, ters giden yanını görüyordum. Hayat bir anda masmavi gelmeye başlamıştı bana. Niye mi mavi? Sebebi varmış J

Az önce Şalom Gazetesini okurken Joelle Pinto’nun Mavi Pazartesi başlıklı yazısına denk geldim. ‘Blue’ İngilizce’de çift anlamı olan bir kelime. Mavi anlamı olduğu gibi hüzünlü anlamına da geliyor. Nedir bu “Hüzünlü Pazartesi” ?

Yedi yıl önce Cardiff Üniversitesi’nde çalışan psikolog Dr. Cliff Arnall, önemsiz olduğunu bilerek “Hüzünlü Pazartesi Sendromu”nu dünyaya tanıtmıştır. Yaptığı hesaplamalara göre her yıl Ocak ayının üçüncü pazartesisi Hüzünlü Pazartesi olarak adlandırılacaktır.
İlginç bir hesaplama yöntemi kullanılıyor. Denklemde hava durumu, borç seviyeleri, yeni yıl için alınan kararlar, motivasyon seviyesi ve harekete geçme isteği gibi çeşitli faktörler yer alıyor.  Aslında bu saçma hesaplama bize zaman zaman yaşadığımız hüzünlü anların geçici olduğunu ve herkesin içinde bulunabileceği bir durum olduğunu hatırlatıyor. 2013 yılında, 21 Ocak pazartesi masmaviydi. 

Yine aynı psikolog hüzünlü olunan günler olduğu gibi mutlu olunan günler de olduğunu söyleyip onun için de bir formül hazırlamış. 2013 yılının en mutlu gününü 4 Temmuz Perşembe olarak hesaplamış.

Pembe günlerin geleceğini bilmek de umut veriyor insana J

bu da yazının şarkısı olsun: http://grooveshark.com/#!/s/Blue+Monday/3FIZAw?src=5

Resim:http://onlyhdwallpapers.com/wallpaper/clouds_design_rainbows_skyscapes_sky_with_rainbow_starwalt_desktop_1920x1080_hd-wallpaper-884954.jpg

8 Ocak 2013 Salı

MERHABA



Uzun zamandır yazmadım. Bir yıl olmak üzere. Nereden başlayacağımı da bilmiyorum aslında. Paslanmışım biraz. Bu son bir yılda benim hayatımda çok şey değişti. Yazı yazmak için düşünmeye, oturup yazıyı planlamaya, kendimle kalmaya zaman ayırmadım. En son yazımda değişimlerden dolayı yaşadığım stresle baş etmeye çalışıyordum. Belki o yüzden pek de hayatımda neler oluyor diye düşünmek istemedim. Düşünmekle tüm değişimleri meşrulaştırmış olacaktım.
Oysa değişim vardı. Tek kişilik hayatım iki kişilik oldu. Bir ailem varken şimdi iki ailem oldu. Soyadıma yeni bir soyadı daha eklendi. Nüfus kağıdım değişti. İş adresim, ev adresim, yaşam alanım değişti. Arkadaşlarımla eskisi kadar sık görüşemez oldum. Aramıza bir köprü girdi. Çok sevdiğim sahile gidip koşu yapamaz oldum. Değişmemek için çok direnç gösterdim. Eski, var olan durumu korumaya çalıştım. Üzerine düşünmezsem, yazmazsam belki her şey aynı kalır sandım. Oysa yıl bile 2012’den 2013’e değişti. Merhaba 2013. Merhaba hayatımdaki değişimler. Değişimlerle birlikte akmaya karar verdim. Şimdilik…

Değişim, beraberinde gelişimi de getirdiği zaman direnç göstermek çok da akıl karı değil. Sonuçta bu değişimler benim hayatımın daha kolaylaşması, daha keyifli olması için oluyor. Bu sebeple, ben de yapamadıklarıma değil, hayatımda olanların keyfine, hayatıma getirdiği artılara odaklanmaya başladım. Yeni yaşam alanımda yeni bir düzen kurdum.  Arkadaşlarımla kıymetini anlamadığımız şip şak buluşmalar yerine daha özenli buluşmalar planlıyoruz. Eşimle, köprü trafiği nedeniyle kaybettiğimiz saatler yerine, evde vakitlice buluşup, aile olmanın keyfini sürüyoruz. Evim ve işim çok yakın olduğu için yollarda zaman kaybetmiyorum. Sahildeki bisiklet turları, yürüyüşlerin yerine spor salonuna daha sık gidip spor yapıyorum. Bu sayede bir buçuk yıl kadar önce Zumba ile tanıştım. Hatta Zumba’yı o kadar sevdim ki Zumba Uygulayıcısı eğitimlerine katılıp sertifika bile aldım. Bir başka yazıda bunu da anlatırım.

Fark ettim ki ben çok dirençli bir yapıya sahipmişim. Hatta yıllardır üzerimde taşıdığım birkaç fazla kiloyu bile değişime direnmek adına, bildiğimden başka biri olmamak adına bırakmadığımı fark ettim. Oysa değişim gelişim için olduğunda kaçınmak yerine değişimi kucaklamak gerekiyor. Bugün internette dolaşırken Elif Şafak'ın Aşk isimli kitabındaki Şems-i Tebriz-i kurallarından bir tanesi karşıma çıktı.

“Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. ‘Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir’  diye endişe etme. Nereden biliyorsun, hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?”


Değişim, çoğu insan için belirsizlik anlamına geliyor. Alışılan, sevilen şeylerden uzak kalmayı gerektirebiliyor. Yeni durum ise beraberinde beceriksizliği ve dolayısıyla rahatsızlık duygusunu getiriyor. Yaptığın işin ustasıyken bir anda çırak oluyorsun. Nereden bilebilirsin ki? Belki de yeni başlayan çıralık eski ustalığından çok daha fazla güzellik getirecek. Hayatın altı/ üstü nereden baktığına göre şekillenmez mi?

Sadece baktığın yeri değiştirmek bile, değişime daha kolay uyum sağlamanın bir yolu. Değişime direnmeyip teslim olunca gelişiyoruz. Yeni bir beceri kazanıyoruz, yeni insanlar hayatımıza giriyor. Bazen de kendimizin tanımadığımız bilmediğimiz yeni yönlerini, gizli kalmış potansiyellerimizi keşfediyoruz. O zaman direnerek kendimizi yormaya ne gerek var?