Hergün yeni bir şeyler yaşıyoruz. Her yaşantı ruhumuzda bir iz bırakıp geçiyor. Ben, bu izlerin hayatımızdaki pozitif izdüşümlerinin takipçisiyim.

19 Aralık 2011 Pazartesi

ALICE HARİKALAR DİYARINDA!


Hayatınızda daha çok mutluluk mu bekliyorsunuz? Çok para, iyi bir iş, sağlıklı uzun bir ömür, iyi bir eş beklentisinde misiniz? Kısa bir süre spor yaparak Brad Pitt/Giselle Bundchen vücuduna sahip olmayı mı bekliyorsunuz? Sizin harikalar diyarınız nasıl bir yer?

Ben spor salonuna gitmeye üşendiğim günler evimdeki koşu bandına çıkıp egzersiz yaparım. Koşu bandım 6 yaşını doldurdu. Bir kere bile servise gitmedi. Geçen gün koşarken artık bir servise gitmesi gerektiğini düşündüm. Kaç zamandır kullanılıyor ve bir sorun çıkartmıyordu. Servisi nereden bulacağımı, hangi gün gelirlerse müsait olabileceğimi düşündüm. Sonra unuttum. Ben bunu düşündükten bir hafta sonra yine koşarken bandın teklediğini fark ettim. Evet! Düşüncemi yaratmayı başarmıştım. Koşu bandım 6 yıllık olduğu için tekliyor ve artık bir servise gitmesi gerekiyordu. 

Rollo May “Yaratma Cesareti” adlı kitabında yaratıcılığın ortaya çıkması için gerekli olan bazı kavramlardan bahsetmiş. "Yaratıcılık yeni bir şeye varlık kazandırma, ortaya çıkartma sürecidir. Yaratıcı süreçte mutlaka bir karşılaşma/yüzleşme olması gerekir. Bu karşılaşma sanatçının yaratacağı ürünle karşılaşması ya da var olmayan bir şey ise onu hayal etmesiyle olur. Yaratıcılık bilinci yoğunlaşmış insanın kendi dünyası ile karşılaşmasıdır."

Hayallarine güven, çünkü sonsuzluğa açılan kapı orada saklıdırKahlil Gibran

Hepimiz kendi hayatlarımızın yaratıcısıyız. En büyük eserimiz hayatımız. Rollo May'in yaratıcılık hakkında söylediklerini Kuantum Teorisiyle benzeştirdim. Hepimiz bugünkü düşünce ve duygularımızla yarınımızı yaratıyoruz. Ben de koşu bandımın bakıma ihtiyacı olduğunu düşüncesi ile karşılaşma yaşadım. Ve bunun gerçekleşmesi için gereken enerjiyi yarattım. Her düşüncenin bir enerjisi vardır. Aynı düşünceyi tekrar tekrar düşünürsen ya da nasıl olacağını hayal edersen belli bir süre içinde o düşünceyi fiziksel hayatta yaratır ve gerçekleştirirsin.

Hayal; Zihninde tasarlayıp canlandırılan ve gerçekleşmesi özlenen şeydir. Beklenti; gerçekleşmesi istenen ve olması ihtimalini umduğumuz şeydir. Beklenti; aslında bir inançtır. Beklentileri gelecek üzerinde şekillendiririz. Bazen beklentilerimiz çok gerçekçidir, bazen de gerçekçi olmayabilir. Beklenti içinde umudu ve hayal kırıklığını da barındırır. Beklentilerin gerçekleşmesi ihtimali olduğu gibi gerçekleşmemesi olasılığı da vardır.

Sizin yeni yıldan beklentileriniz neler? Hayatınızda daha çok mutluluk mu bekliyorsunuz? Çok para, iyi bir iş, sağlıklı uzun bir ömür, iyi bir eş beklentisinde misiniz? Kısa bir süre spor yaparak Brad Pitt/Giselle Bundchen vücuduna sahip olmayı mı bekliyorsunuz? Neleri hayal ediyorsunuz? Sizin harikalar diyarınız nasıl bir yer?

Gelecek hayallerinin güzelliğine inananlara aittirEleanor Roosevelt

Yeni yıl için beklentilerinizi/ hayallerinizi düşünmeye şimdiden başlayın. Siz onlara sarılıp, onları gerçekmiş gibi görselleştirmeyi sürdürdükçe onlar da fiziksel dünyada yer bulacak kendilerine. Geleceğinizde olmasını istediklerinizi bir yağlı boya tablo yapar gibi zihninizde resimleyin. Hayal edin.

Sözlüğünüzden hayır, yapamam, olmaz ki kelimelerini çıkartın. Walt Disney "Eğer hayal edebildiğin birşey ise yapabilirsin, onun peşinden gidecek cesaretin varsa tüm hayallerin gerçek olabilir" demiş. Hayallerinizi, gerçekleşmesi için kurun.

Problemleriniz hakkında uzun uzadıya konuşmalar yapmaktan vazgeçin. Neden eskimiş arabanızı ya da düşük maaşınızı anlatıp duruyorsunuz ki? Onun yerine olmasını istediğiniz, özlediğiniz şeyleri, beklentilerinizi detaylandırarak anlatın. Yeni yılda problemleriniz değil hayalleriniz gerçekleşsin.

Sahip olduğunuz ve sizi mutlu eden şeyleri hatırlayın. Rutin olarak yaptıklarınızın ve zaten sahip olduklarınızın değeri bazen fark edilmiyor. Sahip olduklarınıza şükretmek hayalleri gerçekleştirmek için en başarılı yöntemdir.

Hep sahip olmayı istediğiniz işe/eve/eşe/bolluğa… zaten sahip olduğunuzu hayal edin. İstemediklerinize değil istediklerinize odaklanın.

Olumlu düşünün. Enerjiniz yükseldikçe düşüncelerinizin ve beklentilerinizin gerçekleşmesi daha hızlı olacaktır.

İnanmaktan vazgeçmeyin. Beklentileriniz ve hayalleriniz sizin inandığınız oranda gerçekleşecektir. "Nasıl olsa benim başıma bu kadar iyi birşey gelmez" diyerek yaratma gücünüzü sınırlandırmayın.

Yeni yıla çok az kaldı. Alice, harikalar diyarında geziyor. Siz de şimdiden kendi harikalar diyarınızı hayal edin. Tüm detaylarını düşünün. Kendinizi o dünyanın içinde dolaşırken görün.

Yeni yılda kendinize bir hayal hediye edin.

Tüm beklentilerinizin ve hayallerinizin gerçekleştiği bir yıl dilerim. 


Yazı Şalom Gazetesi ile birlikte ücretsiz olarak yayınlanan Şalomist Dergisi Aralık Ayı sayısında yayımlanmıştır. 


Resim: http://www.dragoart.com/tuts/935/3/2/learn-how-to-draw-alice-from-alice-in-wonderland.htm#comment_section

31 Ekim 2011 Pazartesi

GENİŞLEYELİM!


Bu ay aynı temadan devam ediyorum. Aslında bilinçli olarak seçmedim bu seferki konu başlığını. Sanırım yazılarım da düşüncelerim de esnemenin bir sonraki aşaması olan genişleme, sınırları genişletme aşamasına geldi.

Geçtiğimiz haftalarda yeni bir eğitime başladım. "Dışa vurumcu Sanat Terapisi ve Gestalt Yaklaşımı" isimli eğitim tüm yıl boyunca belirli günlerde devam edecek. Ben değil miydim "çocuk oyunla öğrenir, oyun çocuğun tek işidir" diyen? Kendim oyun oynamasını unutmuştum uzun zamandan beri. Oyun insanın hayatına neşeyi, enerjiyi getiriyor. Oyunculuk insana daha ilerisini merak etmeyi hatırlatıyor. Ve yine oyun ve oyunculukla aslında hayatın korkulacak bir şey olmadığını nasılsa düşe kalka yaşayacağımı hatırlıyorum. Geçtiğimiz hafta sonu işte böyle oyunlarla, oyunculukla dolu keyifli bir eğitimdeydim.

Pilates dersinde roll-up (yuvarlanarak yukarı kalkma) hareketini yaparken, baştan başlayarak omurgayı tek tek kaldırarak yukarı sonra ayaklara uzanıyoruz. Önce yere dümdüz uzanıyorum, kollarımdan başlayarak bedenimi yukarı çekiyorum, çenem öne kapanıyor, göğsüm sırtım sırayla yukarı hareket ediyor, sonra kollarımla kendimi ileri itip ayak bileklerimin arkasına kadar uzatıyorum ellerimi. Ellerim ayak bileklerimin arkasına ulaşmaya çalışırken ben bedenimin uzadığını, sınırlarını genişlettiğini hissediyorum.
Bunu yaptıktan sonra genişlemiş olan göğüs kafesimle derin bir nefes alarak dimdik geriye ve yukarıya doğru uzanıyorum ve sonra yine sırtım, göğsüm, çenem boynum kafam ve en son kollarımı geri getiriyorum. Yani yuvarlanarak ileri ve geri doğru sınırlarımı esnetiyorum.

Bu eğitimde yaptıklarımızı da buna benzettim. Normal yaşantımda olduğundan daha çok oyun oynadım. Güvenli alanımdan dışarı çıkmayı denedim. Esnedim, alanımı genişlettim. Tanımadığım insanlarla oynadım, sonra onlarla aynı kâğıdı paylaşıp boyadım. Bir sonraki adımda içimi dışarıya döktüm. Roll-up pozisyonunda yapmaya çalıştığım gibi, ellerim ayak bileklerimin arkasına değene dek paylaştım. Sonra derin bir nefes alıp başkalarının paylaştıklarını dışarıdan içime çektim. Bu çift yönlü esneme bana çok iyi geldi.

Şimdiye kadar nedense genişledikçe kaybolma ihtimalimin de arttığına inanıyordum. Evet, yeni şeyler denemek, hayatıma farklı tatlar katmak için çabalıyorum. Eğitimler, seyahatler, farklı arkadaşlıklar, kitaplarla yaşam alanımı, zeminimi genişletmeye çalışıyorum. Belki de farkında bile olmadan, yine sonucunda ne olacağını bildiklerimle doldurmuşum hayatımı. Dolayısıyla kendimi geliştirdiğimde bile hareket ettiğim güvenli alan ölçüsü hep aynı oranda kalmış.  Alan büyüdükçe ben kendi güvenli alanımı ona göre ölçülendirmişim. Yani zeminim genişlese bile benim hareket etmeyi seçtiğim alan yine aynı kalmış. Göz aldanması yaşamışım. Hep aynı kalan bir şeyin genişlediğini sanmışım.

Gözümün önünde bir imge var. Kocaman bir yuvarlak, bu yuvarlağın merkezinde bir kısmı kırmızı renkli, merkezdeki kırmızıdan uzaklaştıkça yuvarlağın içini dolduran renk mor olmaya başlıyor. Ben kırmızıyı biliyorum. Her santimini tanıyorum. Orada çok emniyetliyim. O kırmızı alanda her bastığımda düştüğüm kaygan zemin de, ama onun da yerini biliyorum. Ne zaman düşeceğimi bilince, hazır olunca düşüşe, o kaygan zeminin varlığı daha az rahatsız ediyor. Peki o mor alan?  Yok oraya iç basmıyorum, onu tanımıyorum. Korkutucu, ürkütücü, bilinmez.
İşte güvenli alanım dediğim yer yuvarlağın içindeki kırmızı boyalı alan. İyisini de kötüsünü de bildiğim alan. Belki mor alanda daha ilginç, yeni şeylerle karşılaşacağım. Ama yine de insan hep eksikleri, gedikleri de olsa bilineni bilinmeyene tercih ediyor. Ben de böyle yapmışım. Bu eğitimden sonra ben moru merak etmeye başladım. Yeni alanları keşfettikçe, onları da kendi kırmızıma boyayacağım.

Güvenli alanımdan çok uzaklara gitmek değil, ama bir parça daha açılmak... Kapının diğer tarafında ne olduğunu merak etmek, kafamı uzatmak,  her zaman oturduğum koltuğun biraz ötesine yürümek, belki de gittiğim yerde karşıma çıkan yeni bir koltuğa oturmayı deneyeceğim.  Hadi bakalım! Yürümeye devam.
  
RESİM: Kafanızı resme yaklaştırarak bakarsanız resmin ve renklerin genişlediğini, kafanızı resimden geriye doğru hareket ettirerek bakarsanız resmin ve renklerin daraldığını göreceksiniz. Bu bir göz aldanmasıdır.

25 Eylül 2011 Pazar

ESNEKLİK

Her spor yaptıktan sonra çalışan kaslarımı esnetmek için bazı hareketler yapıyorum. Esneme hareketleri; çalışan kasların gerilimini azaltıyor, gevşeme durumuna geçmesini hızlandırıyor. Sıkışan eklemler esneme hareketleri sayesinde birbirine sürtünmüyor ve böylece kaslar uzuyor. Kaslar uzadıkça da hareket kabiliyetimiz artıyor. Daha uzun adım atabiliyoruz. Daha yükseklere kolumuzu uzatabiliyoruz. Tabi ki her şey de olduğu gibi bunda da süreklilik çok önemli. Başlarda bazı hareketleri yapmak zorluyor, kaslarımın tam olarak açılamadığını görüyorum. Sabırla hareketleri yapmaya devam ediyorum ve her seferinde ulaşabileceğim noktanın bir az daha ilerisine ulaşmayı hedefliyorum. Yani eklemlerimin ve kaslarımın sınırlarını esneterek genişletiyorum.

Yogadaki tüm duruşlar esneme üzerine kurulu. Her nefeste, vücuda giren oksijen ile kaslar daha ileriye uzamakta, ulaşabildiğinin sınırları genişletiyor. Bu duruşlar ve genişleme de iç organlarımızın rahatlamasına ve daha verimli çalışmasına yardımcı oluyor.

Birkaç gün önce gazete okurken gördüğüm bir haber bana çok ilginç geldi. Doğuştan alnında büyük bir kırmızı leke ile dünyaya gelen bir çocuğun tedavisinde kullanılan yöntemi çok yaratıcı buldum. Doktorlar, lekeyi kapatmak için küçük çocuğun alnına iki büyük implant yerleştirdi. Dışarıdan bakıldığında iki boynuza benzeyen implant bir süre sonunda deriyi esneterek kendine yer yaptı. Deri yeteri kadar esnediğinde ise implantlar çıkartıldı. Geride kalan o fazla yeni deri parçası ile alnındaki kırmızı lekenin üzerine yama yapıldı. Tedavi tam dört ay sürdü. Çocuğun alnındaki leke tamamen kaybolmuştu. Habere bu linkten ulaşılabilir.
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/printnews.aspx?DocID=18805002

İnsan vücudu işte bu kadar mükemmel bir sistem. Gerektiğinde eklemlerini, kaslarını, derilerini esneterek kendine yeni yer açmayı ve sınırlarını genişletmeyi biliyor.

Sonra biraz içime dönüp baktım. Aslında kişisel gelişim dediğimiz şey de bir nevi esneme hareketi değil mi? Kendi özelliklerimizi tanımaya çalışıyoruz. Küçük küçük egzersizler ve değişiklik denemeleri yaparak yaşam alanımızın sınırlarını genişletiyoruz.

Evet, bu hafta ben de esnedim. On yılı aşkın süredir ilk kez farklı birine manikür yaptırdım. Benim için tabu gibiydi. Her şey değişir de O, asla değişmezdi. Hem arkadaşım, hem de bu işin ustasıydı. Bu kararı vermem uzun sürdü, kendimle savaştım. İçim karşı çıktı. “Yok, olmaz, değiştiremem, çok alıştım. Hem başkası o kadar iyi yapamaz” dedim. Ama bu eski alışkanlığıma bağlı kalma hissim de beni zorluyordu.

İş yeri evinden uzakta olanlar ne demek istediğimi anlayacaktır. İstanbul’un trafiğinde bir yerden bir yere yetişmek bunca zaman alırken, ben yollarda sürünmek ile sürünmemek için bakımımı ihmal etmek arasında tercih yapmak zorunda kalıyordum. Ama bazen koşullar, zaman darlığı, trafik gibi sebeplerle esnemek daha iyi sonuç verebiliyor.

Esnemeye başladığım anda hayatım kolaylaştı. Hem manikür yaptırabildim, hem trafiğe girmek zorunda kalmadım, hem de gittiğim yerde kendimi bakımlı hissedebildim. Esnemek bana iyi geldi.

İkili ilişkilerimizde, iş hayatımızda, ev düzenimizde ve daha pek çok konuda esnemek işimize yarayabilir. Kim bilir hepimiz başka hangi konularda yeniye uyum sağlamamak için direniyoruz. Yeniye direnç gösterirken de “eskilere bağlıyım, hatır şinas biriyim” diye kendimize bahaneler buluyoruz. Gerçekte ise bu bir kandırmaca. Hayat yenide yaşanıyor. Yeni durumlara uyum sağlayabilmek için her gün biraz kasları esnetmek gerekiyor. Sürekli minik minik esneyerek hayatımızın sınırlarını genişletebiliyoruz. Esneyelim biraz, her nefes alışımızda biraz daha zorlayalım kaslarımızın, düşüncelerimizin sınırlarını.

Daha ileriye, daha yeniye…

25 Ağustos 2011 Perşembe

ABRA CADABRA

 Bir akşam uykuyla uyanıklık arasında gidip gelirken aklıma düştü bu iki kelime: Abra Cadabra.

Hemen telefonu elime alıp anlamını araştırmaya başladım. Vikipedi’de bulduğum tanımlamaya göre Aramice kökenli bir deyiş. Hatta Kabalistik kaynaklara göre doğru yazılışının abrahadabra olduğu belirtiliyor. İbrani dilinde Abra Cadabra (אברא כדברא) “söylediğim gibi yaratacağım” anlamına geliyor. ( I will create as I speak)

Bir başka tercümeye göre “I speak the blessing-kutsamayı söylerim” anlamına da geliyor.

Eski zamanlarda bu iki kelimenin çaresiz hastalıkları iyileştirdiğine inanılırdı. Kötü etkilere karşı nazar olarak kullanılıyordu. Kelimeyi farklı bir yazı biçimiyle bir kâğıda yazıp muska şeklinde takmanın hastalıkları önleyeceği düşünülüyordu.

Sihirbazlar, gösteri öncesinde heyecan unsurunu arttırmak için Abra Cadabra kelimelerini bir dizi hareketle birlikte ritüel olarak kullanırlardı. Abra Cadabra dediklerinde içi boş olan şapkada bir tavşan belirirdi. Sihirbaz söylediğini yaratırdı.

Şarkıyı dinlemeye başlayabilirsiniz: abracadabra- steve miller band

 

Abra Hadabra kelimesini araştırırken karşılaştığım birkaç makalede bu kelimenin ‘insanın içindeki Tanrı’lığı’ simgelediğinden bahsediliyordu. İşte o zaman kafamın içinde yerini buldu.

Çeşitli kitaplarda evrendeki her şeyin ve düşüncelerin de enerji olduğu anlatılıyor. Enerji bir titreşim oluşturuyor ve benzer frekanstaki titreşimler bir araya geliyor. Biz düşüncelerimizle bir enerji titreşimi yayıyoruz. Bu titreşim kuvvetlenerek maddeye dönüşüyor. Yani biz düşüncelerimizle kendi hayatımızı yaratıyoruz. Ne söylersek onu yaratıyoruz.

Abra Cadabra! Söylediğim Gibi Yaratacağım!

Abra Cadabra! Söylediğim Gibi Yaratacağım!




Sır, Çekim Yasası, Kuantum ve benzeri konuları ele alan kitaplarda bu konulardan bahsediliyor. En çok neyi düşünürsek, aklımızın içinde hangi fikirlere, hangi isteklere daha büyük inançla bağlıysak onları hayatımıza çekiyoruz. Dileklerimizin limitini de biz koyuyoruz. Kendi düşüncelerimizle bir şeyin olabileceğine ya da olamayacağına karar veriyoruz.

Örneğin; “Mümkün değil kilo veremiyorum artık, gençken daha kolaydı, şimdi zor.” diyen birisi, gerçekten de veremeyecektir. Çünkü kendi limitlerini belirlemiştir. Düşüncelerinin titreşimleri, inancının gücüyle doğru orantılı olarak maddeleşecek ve bu kişi gerçekten kilo veremeyecektir. Çünkü aynı şeyler aynı şeyleri çeker. Kilo veremeyeceği inancıyla güçlenen olumsuz titreşimi yaratılıyor. Abra Cadabra!

Hayatımızda korkuyu düşünürken, korktuklarımız bir bir önümüze çıkar, hayatımızda sağlık, bolluk bereket düşünürsek de onlara sahip oluruz. Sanırım aklımızdan geçen düşünceleri güçlendirmek için zaten gerçekleşmiş gibi davranmak en iyi yöntem. Dileğimizin nasılsa olacağına kesin gözüyle bakmak, içimizdeki endişeden arınmak ve kendimize güvenmek hatta gerçekleştiği için şükretmek düşüncenin titreşimini güçlendirebilir.

Eskilerin söylediği bir atasözü geldi aklıma: İyilik yap at denize, balık bilmez ise halik bilir. Sen istediğini “Olur mu? Olmaz mı?” telaşına kapılmadan, ihtimalleri sınırlamadan hayal et. Sahip olmak istediğin şeyi düşün, dileğini dile ve unut. Tesadüflere ve sezgilerine inan. Yeterince istediysen, zamanı geldiğinde nasılsa gerçekleşmiş olacak.

Abra Cababra! Söylediğim gibi yaratıyorum!

Haydi siz de yaratın, sahip olmak istediğiniz hayatı...

Resim: http://www.123rf.com/photo_6144174_stars-from-hat-3d.html














18 Temmuz 2011 Pazartesi

Farkındalıktan Öte… MINDFULNESS

Yaz gelince, havalar ısınınca kendimi ev dışı faaliyetlere verdim. Nasıl olsa kışın havalar erken karardığında ve soğuduğunda evde bol bol zaman geçiriyorum. Biraz daha fazla temiz hava ve biraz daha sağlıklı bir beden için en uygun mevsim. Ben de; hafta arası yaptığım salon sporuna bir de sabah erken işe gitmeden önce yapılan yarım saatlik sahil koşusunu ekledim.  Saat 6.00 da uyanıp bir aceleyle giyinip, sahilde koşu yapıp, hızlı bir duş olup günlük rutinime yetişebiliyorum.  Tabi en zayıf halkam olan uykusuzluk beni 22.30 da yatağa sürüklüyor. Öyle olunca işten sonra kendime, sosyal hayatıma, evime ayırdığım zaman da azalıyor. Onun için de uyanık olan saatlerimi her şey/herkes ile dolduruyorum.


Sabah erken koşularımın birinci haftasını tamamlarken içimde bir huzursuzluk hissettim. Aslında tam da keyif almam gereken bir durumun içindeyken  neden bu sevimsiz duygu diye düşünmeye başladım.  Sanki serin, ferah, tertemiz bir nehrin içindeyim ve bu güzelliklerin hiçbirini farkedemeden akıntının gücüyle sağa sola savrulup duruyorum. O kadar hızlı akıyor ki su, suyun üzerinde kalmaya çabalarken ne suyun ısını, ne suyun temizliğini, ne de nehrin etrafındaki güzellikleri görebiliyorum. Anda kalamıyorum. Sadece suyun üzerinde kalabiliyorum. Durmak istiyorum ama duramıyorum. Ama işte isteyince çare karşına gelirmiş. Benimki de geldi. Ben kendim için uygulamaya başladım. Öğrendiklerimi sizinle de paylaşmak istedim.

Bugün; Psychology Today dergisinin eski sayılarından birinde bir makaleyle karşılaştım. Hayatta tesadüflere yer yoktur! deyişini doğrularcasına karşıma tam de benim ihtiyacım olan konu hakkındaydı. 1 Kasım 2008’de yayınlanan  dergideki makalenin adı: The Art of Now: Six Steps to Living in the Moment-  Jay Dixit   Makalenin orijinalinin linkini aşağıda verdim.

Makalenin vurguladığı gibi; hayat şimdide kendini ortaya döker. Ama genellikle biz şimdiye odaklanmak yerine, geçmişte çözümlenememiş sorunlara ya da gelecekte olabilecek dertlere odaklanarak anın tadını çıkartmayı ihmal ederek şimdinin elimizden kayıp gitmesine izin veriyoruz. Seth Godin;bu haftaki yazılarından birinde hangi konulara endişelenilebileceği hakkında düşünmüş. “Eğer senin karar verebileceğin bir durum değilse ya da senin olmasını engelleyebileceğin bir durum değilse endişelenmenin manası nedir?” Çünkü endişelenmek sadece bizi anı yaşamaktan uzaklaştırıyor. Düşencelerimiz oradan oraya zıplıyor, sakinliğini kaybediyor. Stresleniyoruz, depresif belirtiler gösteriyoruz. Yaşadığımız ana ilişkin farkındalığımız azalıyor.

Anı yaşayanilmenin sırrı; yaşantının kayıp gitmesine izin vermeden, uyanık olarak orada yaşanılanı tam deneyimleyebilmek, düşüncelerinle birlikte sabit kalabilmek yani “Mindfulness” olmaktaymış. (Tam nasıl türkçeleştireceğimi bulamadığımdan makalede geçtiği gibi ingilizcesini kullanıyorum.) İyi de nasıl olunur? Budizm, Taoizm ve yoga gibi felsefelerin temelini oluşturan mindfulnes olabilmenin bir yolu da meditasyon yapmaktan geçiyor.

Performansını arttırmak istiyorsan, onun hakkında düşünmekten vazgeç.
Hep sende olmayana odaklandığın zaman başarabildiğin kadarına, gereken kıymeti vermediğinden onun da tadını çıkartamazsın. Aklın seni yapamadığın/ az olan/ yetersiz kalanı düşünmeye yöneltir ve strese girip anın tadını çıkartmayı kaçırırsın. 

Gelecek hakkında endişelenmekten vazgeç ve şimdidekinin keyfini çıkart.
Bir kek yerken, kahveni yudumlarken ya da sahip olduğun işe giderken neşe, keyif gibi olumlu duygulara odaklan. Henüz olmamış ve olup olmayacağı kesin bile olmayan bir şey için endişelenmeye ne gerek var.

Sağlıklı ilişkiler kurabilmek için şimdide kal. Nefes al.
Şimdiye dönmenin en iyi yolu nefesine odaklanmaktır. Şimdi ve burada farkındalığını yükseltir. Çünkü biz nefes alarak şimdiyi yaşıyoruz. Nefes, yaşadığımız sürece bizimle birlikte.

Zamanın tadını çıkartmak için, zamanı kaybet. Kendini akışa bırak.
Paradoks gibi görünse de şimdiyi yaşamak için aslında geçen zamanın farkında olmamak, zaman bitti mi? ne kadarı geçti? diye zamana odaklanmamak gerekiyor. Tabi ki bir sonraki adımını planla ama hangi adımdaysan sonrakini düşünmeden önce sadece olduğun adımın içinde kal.

Seni rahatsız eden bir şey varsa ondan kaçınmak yerine yanına yaklaş. Kabullen.
Sevimsiz bir duygu yaşıyor olsan bile o duyguyla kal. Nasıl ki yaramaz bir çocuğu daha çok sevgi vererek doğruya yöneltiyorsak, kendimizdeki beğenmediğimiz duyguları da severek, kabullenerek geliştirebiliriz.

Bilmediğini kabul et, ilişkide kal.
Çünkü ne zaman bir şeyi çok bildiğimize kanaat getirsek onu geliştirmeye olan ilgimiz azalıverir. Oysa her yeni yaşantıda aynı olduğunu düşündüklerimiz bile aslında bir öncekinden farklı yaşanır. Her gün işe aynı yoldan gittiğimizi sanırız, herşey tıpatıp birbirinin aynı deriz. Ama bir önceki gün ile bugün orada bulunan detaylar farklıdır.

Ve makalede bahsedilen karikatürü de internette bulabildim. Mindfulness olunca ne olacak? diyenler için….

Karikatürler:  “In the moment” by Mick Stevens - “Nothing Happens Next” by  Gahan Wilson
The New Yorker's Cartoon bank 

Yazıya esin kaynağı olan makale:




7 Temmuz 2011 Perşembe

YENİDEN DOĞMAK

Dün akşam işten çıktığımda spora gitmeyi, çıkışta biraz ev alışverişi yapmayı ve dönüşünde de bir arkadaşımla sahilde ayaklarımı kuma değdirerek çay içmeyi planlamıştım. Akşamüstü tam işten çıkmaya hazırlanırken önemli bir iş çıktı ve ben umduğumdan iki buçuk saat sonra ofisten çıkabildim. Böylece hem zamanlama olarak spora gitme planım suya düştü hem de enerji olarak ev alışverişi yapmaya halim kalmadı. Kendimi deniz kenarına attım. Hayatın getirdiklerine uyumlanıp yeni durumun akışına girdim.  Bazen hayat takvim üzerinde planladığımız gibi ilerlemeye bilir. Evlenmek için, çocuk sahibi olmak için,kariyerimizdeki hedefe ulaşmak için, yalnız başına/biriyle birlikte yaşamak için ya da bungee jumping yapmak için kafamızda bazı yaş aralıkları belirlemiş olabiliriz. Ama hayat bizim zamanımıza uymak zorunda değil, her şey geldiği zaman geliyor.



Zamanını bilememek ve belirlediğim takvimin bozulması bazen beni mutsuz ediyor. Çevreme baktığım zaman insanların hayatına biri girdiğinde, evlendiğinde, ailesinden birini kaybettiğinde, çocuk sahibi olduğunda, büyük kariyer değişiklikleri yaptıklarında benzer durumlar yaşadığını gözlemliyorum.  Ben; kendim için belirlediğim bazı sıfatlar planlanmadığım şekilde farklılaşmak zorunda kaldığında mesleki alanda bunu yaşadım. Çok severek yaptığım bir mesleğim vardı. Planım hayatım boyunca eğitim ve psikoloji alanında çalışmak ve bu alanda uzmanlaşmaktı. 2005 yılında planlamadığım bir şekilde kardeşimin askerliği nedeniyle aile şirketimizde çalışmaya başladım. Bir anda kendim için belirlediğim sıfat değişmişti. Benim psikolojik danışman sıfatından tüccar sıfatına geçmem, daha doğrusu bu değişimi ruhumla benimseyerek kabullenmem 2009 yılını buldu. Sadece işi yaparak değil, o işin sahibi olan kişi olduğumda değişebilmiştim. Artık bu sıfatımla yaşıyorum.  Yani kendimi olduğum halimle kabul ettim. Zaten değişim kendini olduğun gibi kabul etme süreci değil mi? Aslında bu; bir nevi eski beni öldürüp yeni bir ben doğmasına izin vermek oldu. Biraz uzun sürdü bu değişimi içselleştirip, alışabilmem J 

Gestalt eğitimlerinde öğrendiğimiz bir kavram aklıma geldi: Aynılık ihtiyacı/ değişim ihtiyacı. 
Bununla ilgili minik bir hikaye paylaşmak istiyorum.



Kartalın Yeniden Doğuşu

“Kartal, kuş  türleri içinde en uzun yaşayanıdır. 70 yıla kadar yaşayan kartallar vardır. Ancak bu yaşa ulaşmak için, 40 yaşlarındayken çok ciddi ve zor bir kararı vermek zorundadır. Kartalın yaşı 40'a dayandığında pençeleri sertleşir, esnekliğini yitirir ve bu nedenle de beslenmesini sağladığı avlarını kavrayıp tutamaz duruma gelir. Gagası uzunlaşır ve göğsüne doğru kıvrılır. Kanatları yaşlanır ve ağırlaşır. Tüyleri kartlaşır ve kalınlaşır.
Artık kartalın uçması iyice zorlaşmıştır. Dolayısıyla kartalın burada iki seçimden birisini yapması gerekir. Ya ölümü seçecektir ya da yeniden doğuşun acılı ve zorlu sürecini göğüsleyecektir. Bu yeniden doğuş süreci 150 gün kadar sürecektir. Bu yönde karar verirse kartal bir dağın tepesine uçar ve orada bir kaya duvarda, artık uçmasına gerek olmayan bir yerde yuva kurar. Bu uygun yeri bulduktan sonra kartal gagasını sert bir şekilde kayaya vurmaya başlar. En sonunda kartalın gagası yerinden sökülür ve düşer. Kartal bir süre yeni gagasının çıkmasını bekler. Gagası çıktıktan sonra bu yeni gaga ile pençelerini yerinden söker, çıkartır.
Yeni pençeleri çıkınca kartal bu kez eski kartlaşmış tüylerini yolmaya başlar. 5 ay sonra kartal, kendisine 20 veya daha uzun süreli bir yaşam bağışlayan meşhur yeniden doğuş uçuşunu yapmaya hazır duruma gelir.”

Yehuda Berg bugün gelen mailinde şunu demiş: bazen hayat senin planladığın gibi değil de kendiliğinden ilahi bir şekilde geliştiği zaman tek yapman gereken ilerlemeye devam etmektir. Hayatında olan herşey zaten olması gerektiği gibi, ihtiyacını karşılamak üzere doğrusu ne ise o şekilde gerçekleşiyor, şimdi yapman gereken bu akışa uymak için ruhunu da ilerletmek.

Hayatımız boyunca sık sık hikayedeki kartal gibi yeniden doğuş süreci yaşamak zorunda kalabiliriz. Yaşantımızın farklı dönemlerinde pek çok değişimden geçeriz. Çocuk bedeninden yetişkin bedenine, şişmanlıktan zayıflığa, öğrencilikten çalışan hayatına, asistanlıktan yöneticiliğe, ailenin ufak kızı olmaktan yetişkinliğe, bekarlıktan çift olmaya, yalnızlıktan aile hayatına yolculuklarımız olur. Bu yolculuklarda, değişime ayak uydurabilmek için eski alışkanlıklarımıza sarılmadan, yenilerine direnmeden, içinde bulunduğumuz durumun farkında olarak, kendimizle temas ettiğimizde yeniden doğmaya hazır oluruz.

Nasıl olsa; her yeni doğan ben o gün için en iyisi olacaktır.


13 Haziran 2011 Pazartesi

DENGESİZLİKTEN DENGEYE

Yazılara uzun bir ara verdim. Aklım hep buradaydı ama bir yandan da kelimeler akmıyordu. Dengem bozulmuştu. Ben de kelimelerin geleceği zamanı beklemeyi seçtim. Yeniden dengemi bulmayı bekledim.

Denge en az salınımla, zeminden destek alarak, bedenin yer çekiminin merkezine uyumlanmasıdır. Yani itme ve çekme kuvvetinin eşitlendiği noktadır. Dengemizin bozulduğunu hissettiğimizde zeminin mi yoksa bedenimizin mi sallandığını anlayabilmek için de pek çok duyu organımızı kullanırız. Dengede kalabilmek için kaslarımızı kullanırız. Dengede olmak; bedenimizdeki enerjiyi daha verimli kullanmak ve  gereksiz hareketlerle enerjiyi tüketmemek anlamına da gelir.  Denge, huzur ve mutluluktur.

Buz patencileri, tekerlekli paten yapanlar,  sirk cambazları, motor kullananlar, su kayağı yapanlar hatta ata binenler bu fizikel dengeyi korumanın nasıl bir şey olduğunu bilirler.  Bunların hepsininde ortak özellik kişinin bedeninin her bir parçasını kontol edebiliyor olmasıdır.

Hayatımızda korumaya çalıştığımız tek denge fiziksel mi?  Bir de sürekli korumaya çalıştığımız  iç dengemiz var.  Yaşadığımız olaylara tepkiler vererek kendi iç dengemizi korumaya çalışırız. Olaylara tepkiler veririz, seviniriz, üzülürüz, ağlarız, heyecanlanırız, kızarız,  sakinleşiriz. İçimizdeki kötüyü içimizdeki iyi ile dengeleriz. İç dengemiz biraz da dışarıdakilerle etkileşim halindedir. Dengeyi korumak için, dış uyaranın davranışına bir tepki veririz. Tıpkı saatin dişlileri gibi, verdiğimiz tepki yaşam alanımızdaki bir başka dişliyi harekete geçirir ve onun dengesini etkiler. Tıpkı oyun parklarındaki tahterevalliler gibi, bir taraf ağırlığını koyduğunda diğer taraf yukarı kalkıyor, iki taraf eşit güç/ağırlık kullanırsa tam ortada havada dengeleniyorlar. Hepimiz birbirimizden etkileniyoruz.

Hayatı da bir denge oyunu gibi görüyorum. Cambazın üzerinde yürüdüğü ip, bizim hayatımızın tümü. Bizler de ipin üzerinde yürüyen akrobatlarız. İpin üzerinde yürürken verdiğim ağırlık miktarı, yürüme hızım, adımımı nasıl bastığım, kaç kere zıpladığım benim o ip üzerindeki dengemi etkileyen unsurlardır. Eğer çok zıplarsam ip de bana karşı tepki verir ve çok sallanmaya başlar. Eğer sert basarsam ip aşağıya doğru gerileceği için beni yukarı fırlatır. Yani ben kendi hayatımı dilediğim gibi yaşarken dengede kalabilmek için; sosyal çevremdeki kişileri de gözeterek denge sağlarım. Kendi özgür alanımı yaşarken, yapmayı sevdiklerimi içimden geldiği gibi yapaken sevgilim, dostlarım, ailem, işim, hobilerim ve daha pekçok şeyden bana; karşı tepki gelebilir.  Ben; kendimi daha iyi tanıdıkça, zayıf yönlerimi, güçlü yönlerimi, isteklerimi, hayallerimi, duygularımı ve farklı durumlara verdiğim tepkileri tanımladıkça hayatımdaki dengeyi daha kolay koruyabilirim. 

Bülent Ortaçgil şarkısında farklı bir dengeden daha bahsetmiş: “Aşk bir dengesizlik, dengeye dönüşendir sevgi”.

Aşk bir denge oyunu; aşık da ip cambazı. Başlangıçta ipin üzerinde durmak zor gelir, sallanırsın. Zaman ilerledikçe, paylaşılanlar arttıkça aşk sevgiye, dengesizlik dengeye dönüşür. Aşık; hem sevdiğinin yakınında olmak ister, hem başka yerlerde olmak ister. Bazen kimseyi umursamadan gazetesini okumak, bazen arkadaşlarıyla sıcak bir kahve sohbeti yapmak ya da pasaklı pijamasıyla evinde oturmak ister. Ama başka bir an gelir, hayatındaki önemli herşeyden vazgeçip sadece o sıcak eli tutmak, onun yanında olmak ister. Dengede kalabilmek için değişik zamanlarda geniş davranış repetuarından birini seçer. Aşık; tüm bunları bir arada, belirli sıralarla yapabildiği zaman ipin üzerinde dengede kalıp ilerleyebilir.

Benim dengem; hayatıma “O” gelmeden önce varolanı korumak, alıştıklarımı yapmayı sürdürmek, yenileri var olanların arasına kolaylıkla yerleştirebilmek, tek kalabilmek, sosyal  olabilmek, ikiyken BİR olabilmek. Hayat oyununda dengesizliği dengeye, aşkı sevgiye dönüştürmek… Senin için denge nedir? 



17 Nisan 2011 Pazar

Dikkat Et Düşersin!

Çocukken hafta sonları zaman zaman buz pateni yapmaya giderdik. İki üç kez de lise döneminde kayağa gitmiştim. Onun dışında pek kayma tecrübem yok. İçimdeki sesi dinleyip, başkalarının korkularını dinlemekten vazgeçip paten almıştım ya, sonunda yağmurlar durdu ve bu sabah ilk paten dersimi aldım. Buz ya da kar yerine asfaltın üzerinde kaymak gibi bir şeymiş. Ayakkabıları ve çeşitli koruma ekipmanlarını giyip ayağa kalktıktan sonra birkaç saniye hiç kımıldamadan kalakaldım. Ne ileri ne geri hareket edemedim. Hem bunu öğrenmek istiyordum hem de hemen onları ayağımdan çıkartıp gitmek. Çünkü ayaklarım benim kontrolümün dışındaydı. Ya düşersem, ya ellerim yara olursa, ya eşofmanım yırtılırsa, ya beceremezsem?


Sonra paten hocamız bana penguen duruşunu gösterdi. Dizlerimi kırdım ve penguen gibi paytak paytak ilerlemeye başladım. Adım attıkça YA ile başlayan sorularım benden uzaklaşıyordu. Hocanın elini tutarak ilerlemek çok güvenliydi. Ama elini bırakınca tekerleklerin üzerine ilk çıktığımda gelen kontrolü kaybediyorum hissi yeniden geldi. Çünkü tekerlekler söz dinlemiyordu. Ayağımın ufacık bir hareketi ile tahminimden hızlı ilerliyordu. Hocanın desteği varken kaymak çok korunaklıydı. Ama her zaman birinin elini de tutamazdım ya! Hem korumalarımı da takmıştım, başka bir kat korumaya daha ihtiyacım yoktu ki. Zaten çok da ufak bir alanda hiç hız yapmadan bebek adımlarıyla ilerliyordum. Ne olabilirdi? Sonuçta daha az zarar görmek için gerekli önlemleri almıştım.


Madem paten kaymaya niyet ettim o zaman düşmesiyle, kalkmasıyla, rüzgârıyla, acısıyla, neşesiyle bu işin içine dalmaya karar verdim. Aslında epeydir vermiştim bu kararı da kendime bu tecrübeyi birlikte yaşayacak bir arkadaş arıyordum. Ne istediğim de çok belirgindi. Sahil yolunu bir uçtan öbürüne hızla tek başıma kayabilmek istiyorum. Ve pamukların içinden çıkıp hocamın elini bıraktım ve kendi başıma denedim. Oldu :)  Yani birinci ders için fena değildi.

Sonra birlikte paten kaydığım arkadaşımla yürüyüş yaparken yaptığımız sohbette aslında paten kaymanın hayatımızdaki ilişkilerle ne kadar benzerlik taşıdığını fark ettik. Belki de paten kaymaya şimdi, bu yaşta başlamış olmamız da tesadüf değil. İkimiz de küçük yaşlarda kadın-erkek ilişkilerini ilk kez deneyimlerken herhangi bir koruma ekipmanına ihtiyaç duymadan, zarar görme ihtimalini düşünmeden tüm çocuksu (cahil) cesaretimizle karşımızdakine kendimizi koşulsuz teslim ederek ilişkiye başlamışız. Ne kolluk, ne dizlik, ne de eldivenimiz varmış.

Küçük çocuklar korkuyu bilmez. Ateşin yaktığını bilmedikleri için yanmaktan korkmazlar. Yüzmeyi bilmeden suya atlamanın nasıl bir sonucu olacağını bilmediklerinden deniz kıyısına gelince koşa koşa kendilerini suya atarlar. Bazen 3-4 yaşında kayak yapan minik adamlar görürüz ya, işte onlar düşüp kafasını patlatmak nedir bilmedikleri için daha gözü kara olurlar kayak yaparken. Sanırım ben de ilk ilişkilerime başlarken o çocuklar gibiydim. Ama yolda o kadar çok kere düşmüş, zarar görmüşüm ki zaman içinde git gide daha fazla koruma kalkanları kuşanmışım. Her yeni ilişkide aman yol kaygan düşersem bir yerim acımasın diyerek bir kat daha kuşanmışım. Bir zaman sonra koruma kalkanlarım o kadar kalınlaşmış ki bu kalınlıkla ne korkmadan paten kaymak ne de yakın ilişki kurmak mümkün olmuş. Paten kayma arzumdan denemeden vazgeçmişim. Ve başka pek çok şeyden de…

Hani o hiçbir şeyden korkmayan küçük çocuk var ya annesi ona “Düşersin öğretmeninin yanından ayrılma. Fazla derine gitme boğulursun. Onlarla arkadaşlık etme. Gece çıkma kötü insanlarla tanışırsın. Fazla içki içme. Aman dikkat et, o çocuk hiç sana uygun değil. Bu kıyafet yakışmadı, bununla sokağa çıkma.” der. Ve zamanla o çocukların da zırhları oluşur. Büyüdükçe zırhlar kalınlaşır, çoğalır. Hatta o kadar çok olur ki kendi iç sesini duyamaz hale gelebilir. Yapmak istediklerinin ne olduğunu fark edemez. Kuşandığı zırhlar olmadan bir şeyler yaşamanın ortalıkta çırılçıplak kalmak olduğunu sanır.

Üzerimize giydiğimiz kat kat zırhlar bizim savunma mekanizmalarımız. Gestaltte bu savunma mekanizmaları kendimizle buluşmamızı engelleyen ilişki kurma biçimleri olarak kendini gösteriyor. Bazen başkalarından duyduklarımızı içe atarak doğru olduğuna inanıyoruz, onların korkusunu kendi korkumuz gibi yaşıyoruz, dışa vuramadığımız duygularımızı bedenimizin her hangi bir yerinden çıkartıyoruz. Kendi isteklerimizin farkına varmıyoruz. Bağlanmaktan, yeni şeyler denemekten kaçınıyoruz. Hayat, daha heyecansız ve düşük enerjiyle ilerliyor.

Bütün olabilmenin yolu kendi ihtiyaçlarımızın farkında olup, çevresel faktörlerin de farkında olarak kendimizle buluşmaktan, ihtiyacımız olanlara kendimizi açmaktan geçer. Ben yıllarca şarkı söyleyememiştim. Sesimi duymaktan, duyurmaktan korkmuştum. Üniversite arkadaşlarımla çimenlerde oturduğumuzda onlar mırıldanmaya başlardı ve ben söylemek istememe rağmen sadece dinlerdim. Başkalarının bana sesimin kötü olduğunu söylemelerinden korkardım. Kendimle buluştukça, kabuklarımdan sıyrıldıkça yapamadıklarımı yapabilir oldum. Şan dersleri aldım, sesimin hayal bile edemeyeceğim kadar çıkabildiğini duydum. Çıkmasaydı da sorun olmayacaktı. Önemli olan dışarıdakini değil içerdekini dinleyip onu doyurabilmekti.

Neyse ki sorgulama, kendimi dinleme ve tamir etme isteğim ve becerim var. :) Son 5 yıldır her gün biraz daha azalan koruma kalkanlarımla hem yakın ilişkileri hem de yapmaktan kaçındığım şeyleri deneyimlemeye başladım. Hepsinde yeni bir şeyler öğrendim. Tıpkı hocanın elini bırakıp paten kaymaya cesaret etmek gibi bir şey yakın ilişki kurmak. Önce ne istediğini bilmek gerekiyor. Sonra istediğin şeyin getirdiklerinin hepsini yaşamaya hazır olmak da gerekiyor. Paten kaymayı öğrenirken düşmek de olabilir. Yakın ilişkiyi deneyimlerken üzülmek, ayrılmak da olabilir. Resim yaparken olumsuz eleştiriler almak da olabilir. Ama zaten bütünü oluşturan olumlular ve olumsuzların toplamı değil midir?

Hayatında neler yapmak istediğini biliyor musun? Bunların bazılarını neden yapmadığının farkında mısın? Senin kaç kat kabuğun var? Neler seni istediklerini yapmaktan alıkoyuyor? Ben araya engeller, koruma kalkanları koymadan yaşamın getirdiklerini kendi ihtiyaçlarımla birleştirerek yaşayabiliyorum. Hayatın dansını ederken üzerindeki fazlalıklardan sıyrılıp her dönüşünde biraz daha form bulan resimdeki kadın gibiyim. Ya sen?

 
Resim:
http://www.dp-illustrations.com/come_to_nothing.html

3 Nisan 2011 Pazar

LİMİTsiz


Çocukluğumda yazları Büyükada’da geçirdiğim için bisiklet, yürüyüş, tenis, yüzme vb. açık hava sporlarını yaparak büyüdüm. Genelde daha uyumlu, sakin ve uslu bir çocuktum. Önüme sunulan sınırları test etmeden kabul ederdim. Bir şeyin tehlikeli olduğu, yasak olduğu söylenmişse ben ondan uzak dururdum. Yapmak istediğim bir şey olsa bile cesaret edemez ve uzaktan yapanları izlemeyi seçerdim. Limitlerimi dışarıdan edindiğim uyanları içselleştirerek belirlerdim. Gestalt terminolojisinde ele alınca (introjection) çiğnemeden yutarak kendi ihtiyaçlarımdan ve kendimden ayrışırdım da diyebiliriz.

Ben kendimi bildim bileli tekerlekli paten kaymak isterdim. Ya bir yerim kırılırsa? Ya kaymayı beceremezsem? Bu kadar çok fayton var etrafta, güvenli mi ki bu paten denen şey? Acaba zor mu? Bakalım bu soruların cevabını o zaman bulamadım ama şimdi, 35 yaşında bulacağım. Bunca zamandır heves ettiğim, uzaktan keyifle izlediğim rollerbladelerden bir çift aldım.

Kendiyle buluşan insan isteklerinin farkında olur. Onları doyurmaya yönelik davranış/eylem yapar. İnsan; enerji yüklü ihtiyacının farkına varmaz ya da fark eder ama onu doyuracak davranışı yapmazsa zemininde bitmemiş iş olarak enerji yüklü kalır. Ve benzer durumlar karşısına geldiğinde o enerji dolu ihtiyaç kıpırdanarak hep varlığını hatırlatır.

Çiğnemeden yuttuğum genellemeleri düşündüm. Bunların bir kısmı gerçekten benim ihtiyaçlarıma uygun düşmüş ve onlardan memnunum. Bir kısmı ise hayatımda adım atmamı engellemiş. “Ben bunu yapamam ki, bu tehlikelidir. Ne! Bu yaştan sonra mı? Çok zor. Bu kiloyla nasıl becereceksin? Şimdiden sonra zaten daha iyisini bekleme. Bu kadar yıl ara verdikten sonra bu meslekte bir şey olamazsın. Bunu giymek için yaşın geçmiş.” Bunlar benim zeminimden gelen cümleler. Sizinkiler farklıdır mutlaka. Biliyorum ki bu cümlelerin bir kısmını dışarıdan edinmişiz. Ve onlarla kendimizi limitler olmuşuz. Oysa tehlikeler başkalarının tehlikeli buldukları, korkular başkalarının korktuklarıdır. Bir süre sonra bunları sanki kendi cümlelerimizmiş gibi duymaya başlıyoruz. O durumla karşılaştığımızda dışarıdaki insanların söylemesine gerek kalmadan kendimiz “yok canım bu yaştan sonra paten de kayılmaz ki” çeşidinde cümleler kurarak kendi kendimizi durdurmaya başlatıyoruz. Ben de bunca yıl onu yapmıştım. Yani kendi kendime aslında sahip olmadığım limitler koymuştum. Kafamda bir soru belirdi. Limitsiz olmak mı? Kendi limitlerini belirleyen kişi limit siz olmak mı?

Dün Seth Godin blogunda güzel bir öneri vermiş. Bu sorumun cevabını onda buldum. “Hayatta her zaman sana yeteri kadar trendi olmadığını, yeteri kadar ünlü olmadığını, sivrilmediğini ya da başka şeylerde eksik kaldığını söyleyenler olabilir. Bu onların gündemidir. Senin kendinle ilgili gündemin ne? İnanmayan insanlardan kaçın.”

Gerçekten de çok anlamlı geldi bana. Benim neye yeterli olduğumu, nelerden korktuğumu, neyi tehlikeli bulduğumu, hangi renkleri kendime yakıştırdığımı, nasıl kişilerle arkadaşlık etmek istediğimi ve pek çok şeyi bir başka insanın fikirleri belirlemeyecek. Ben kendimi dinleyerek kendi limitlerimi belirleyeceğim.

Sanırım benim paten kayma maceram da vardığım bu noktada güzel bir farkındalık oldu. Ben artık içimdeki sesi duyabiliyorum. Başkalarının söylediklerini değerlendirip bana uygun ise içselleştiriyorum. Ve bu bana çok iyi geliyor. Ben şimdiden kendimi sahil yolunda patenlerimle bir uçtan bir uca giderken görüyorum, rüzgârı yüzümde hissediyorum. Saçlarımın havada uçuştuğunu ve yüzümdeki kocaman gülümsemeyi görüyorum. Kendi fikirlerime güvenmeyi, yapmayı planladıklarım için geç kalmadığımı hatırladım. Yağmurun dinmesini, yolların kurumasını heyecanla bekliyorum. Umarım sizin de genişletmek istediğiniz limitleriniz ve heyecanla bekledikleriniz vardır.

Resim: http://acoarecovery.wordpress.com/2010/08/22/the-introject-bad-parent-voice/

http://fensterseifer.deviantart.com/art/rollerblade-188146155?q=boost%3Apopular%20rollerblade&qo=10

14 Mart 2011 Pazartesi

SENİN PATRONUN KİM?

Bu hafta karşılaştığım tesadüfler ya da belli bir zaman diliminde sahip olduğum enerji, ruh hali nedeniyle benim dikkatimi çekip yaşam yoluma düşen olaylar hep aynı mesajı işaret ediyordu.  

Psikiyatrist Kemal Sayar gazetedeki röportajında, olumsuz duygulardan kaçmak yerine onları açığa çıkartıp, olumsuzluğu yaşamanın iyileşmeyi getireceğini söylemiş. Benim yorumum; yeteri kadar katlanabilirsen acıya, üzüntüye, korkuya zamanla onunla başetmiş oluyorsun. Bir çözüm buluyorsun.

Bu hafta gelen Kabbalah önerilerinden birisi; problemleri problem olarak görüp çözümsüz ve mutsuz olmak yerine, aşılacak engeller olarak görmeyi önermiş. Böylelikle hedef belirlemiş ve başarıya ulaşma yönünde çabalamaya başlamış oluruz. Çok doğru geldi bu bana. Pozitife odaklanırsam yaşantımdaki pozitifler artar. Öyleyse neden probleme odaklanayım ki? Karşılaştığım yaşam olaylarını problem olarak ele alırsam onlar problemlerim olur. Oysa çözülecek bir hedef gibi görürsem çok çalışarak, yeni çözümler deneyerek onları çözme ihtimalim var.

Uzunca bir süredir hayatım aynı güvenli alanın içinde devam ediyor. Ben, içinde olduğum suyu tanıyorum. Suyun ne zaman daha soğuk olacağını, ne zaman ısınacağını, kaç adım atarsam derinleşmeye başlayacağını, nerede ayağımın yere değeceğini biliyorum. Su beni şaşırtmıyor.

Ben uzaktan gördüğüm “öbür suya” da özeniyorum. Merak ediyorum onu. O suyun içindeki insanlara özeniyorum. Kendi suları hakkında anlattıklarını beğeniyorum. Ve kendi suyumdan çıkıp öbür suya girmek istiyorum. Öbür suyun kenarına ulaşıyorum, ayağımın ucunu suyun yüzeyine değdiriyorum ve orada kalakalıyorum. Ben galiba korkuyorum. Bu suya girmeyi çok istemiştim oradayken. Ama şimdi yanına geldiğimde burası çok büyük, uçsuz bucaksız görünüyor bana. Kendi suyumda gördüğüm berrak maviliğin yerinde ürkütücü bir koyu lacivert var. Acaba çok mu soğuktur?  Acaba çok mu derindir? Acaba ben bu suda yüzebilir miyim? Çözülemeyecek bir problem haline gelen bu sorular zihnimde çınlarken, ben ayağımı suyun yüzeyinde geri çekip, boynum bükük bildiğim sulara geri dönüyorum. Kendime yeni suya girme izni vermiyorum.

Ve hep öbür suya özlemle bakıyorum,
Ve hep o sudan uzakta güvenle yaşıyorum.
Ve hep öbür suya korkuyla bakıyorum,
Ve hep  o sudan uzakta boynu bükük yaşıyorum.

Oysa risk alma zamanı geldi, yeni bir suyla ıslanma, laciverti deneme zamanı geldi. Aşılacak bir engel için çabalama zamanı geldi.  En kötü ihtimal biraz su yutar, üşür, korkar ve kendi bildik, tanıdık suyuma geri dönerim. Bir başka su daha tanımış, denemiş, yüzeyde kalmak için çırpınışlarımla kollarımı biraz daha güçlendirmiş olarak eski suya geri gelirim.  

YAPMAK İSTEDİKLERİMİZ İÇİN BİZİ DURDURAN HİÇ KİMSE YOK… KENDİMİZDEN BAŞKA!!

Bu hafta katıldığım bir sunumda Gestalt Terapsiti ve Yaşam Koçu Zeynep Evgin Eryılmaz mesleki ya da özel hayatımızla ilgili kararlarımızda adım atmamıza engel olan korkulardan bahsetti. Ve o sunumdan bana kalan cümle bu:  Yapmak istediklerimiz için bizi durduran hiç kimse yok.. Kendimizden başka. Güvenli alanda kalmak isteyen yanım risk almaktan, yeni bir şey denemekten korkuyor. Oysa, ben kendimin patronuyum. Yapabildiklerimin sınırını ben belirliyorum. O zaman belki lacivertte yüzmeyi öğrenebilirim. Korkuma dayanabilir, kendime korkma izni verir ve korkumla, endişemle, çabalamaya devam edersem belki de öbür su  zaman içinde benim için tanıdık bildik güvenli bir alan olur.
  
Zeynep’e ulaşmak için: www.inspiro.com.tr

2 Mart 2011 Çarşamba

CIRQUE DU CONFIANCE

Şubat ayı boyunca her yerde Cirque du Soleil gösterisi Saltimbanco’nun ilanları, duyuruları vardı. Ben de geçtiğimiz hafta pek çok kişi gibi bu gösteriyi izledim. Renkler, kostümler, makyajlar, kendi aralarında konuştukları lisan ve üzerinde gezindikleri çiçekli dekor beni gülümsetti. Çocuksu bir neşe ve pek çok da çocuk izleyicisi vardı. Çocuksu bir cesaret vardı. Düşmekten korkmadan atlıyorlar, bir yere çarpmaktan çekinmeden zıplıyorlardı. Sanki korktukları hiç bir şey yokmuş gibi neşeyle sallanıyorlardı. Havada asılı olan salıncakta sallanan kadın dansçıyı “Ya ayağı takılırsa? Ya ip elinden kayarsa? Neye güveniyor ki?” gibi sorularla heyecan içinde izledim. Gösterinin bir bölümünü emniyet ipine bağlı olmadan yaptı. Bu süre boyunca salıncağın altında iki dansçı yerde bir minderin başında, gözlerini salıncaktan ayırmadan bekliyorlardı. Belki de bu arkadaşlarının onu tutacağına güveniyordu. Belki de kendi bedeni/kasları üzerindeki kontrolüne güveniyordu. Biraz daha cesur hareketlere sıra geldiğinde emniyet ipine bağlandı. Ve yine güvendeydi.


Güven kelimesi sözlükte korku, çekinme ve kuşku duymadan inanma ve bağlanma duygusu olarak tanımlanmış.

Güven duygusunun ilk oluştuğu yılları düşündüm. Bir bebek ağlayarak ya da hareketleri ile isteklerini, duygularını belirtir. Bebeğin bu sözsüz talepleri anne tarafından anlaşılır ve karşılanırsa bebek ve anne arasında güvenli bağlanma oluşur. Anne çocuğunun bu isteklerini ve duygularını, onu dinleyerek, onunla empati kurarak ve işbirliği içinde anlamlandırabilir. Çocuk anneye güvendikçe çevresine de güvenmeyi öğrenir. :) Aklıma “fış fış kayıkçı” oyunu geldi. Bilirsiniz bu oyunu; çocuk kollar arasında boşluğa doğru sallanır ve tam düşecek hissi geldiğinde kucaklanır. Güvendedir. Kendisini sallayan kişinin onu tutacağından emindir.

Salıncaklı gösteriyle kafamın içinde sallanmaya başlayan güven, güvenlik, güvende olma kavramlarına trapezcilerin gösterisini izlerken ilişkiler de eklendi. Bu sefer tek kişi değil, dört trapezci vardı ve birbirleriyle ufak bir işaretleşmeden sonra karşılıklı yer değiştiriyorlardı. Bazen bir bakış bazen de ufak bir ıslıkla ne zaman karşılıklı atlayışa geçeceklerini belirliyorlardı. Karşılıklı ilişkilerinde birbirlerine güveniyorlardı. Ben bu gösteride güven duygusunun üç farklı boyutunu izledim. Dansçıların kendi bedeni üzerindeki hakimiyeti ve bu atlayışı yapabileceklerine olan güveni, karşındakinin yapabileceğine olan güveni ve bu partnerle eminiyette olduğuna güven duyması yapılan işi kolaylaştırıyordu.

İnsan ilişkilerinde de bir nevi akrobasi yapıyoruz. Yaşam içinde biz de atlayıp, sıçrıyoruz. Karı-koca olmak, iş arkadaşı olmak ya da yakın arkadaş olmak için hem kendimize hem karşımızdakine güven duymayı öğreniyoruz. Yakın bir arkadaşımızın ne zaman desteğe ihtiyacı olduğunu o söylemeden biliyoruz. Ve onun yaşamdaki emniyet ipi oluyoruz. Bazı yaşantılarda ise düşen kişi oluyoruz ama sahip olduğumuz ilişkiler sonucu yere çakılmadan kollarımızdan tutup kaldıran biri oluyor. Hayatımızda var olan insanlar, ailemiz, eşimiz, dostlarımızla olan ilişkilerimizde bir trapez gösterisinde olduğu gibi birbirimizin güvenliğini sağlamaya çalışıyoruz. Bazen koruyan kollayan bazen de korunan kollanan oluyoruz. Kimi zaman bizi tutacağını sandığımız kişiler tutamıyor ve hayal kırıklığına uğruyoruz. İlişkilerimizi gözden geçiriyoruz. Yeniden biçimlendiriyoruz. Hayatımızda güven duyarak bağlandığımız ilişkilerimiz ne kadar çoksa biz de kendimizi o kadar emniyette, güvende hissederek yaşıyoruz. Bizler de kendi dünyamızda Cirque Du Confiance oyuncularıyız.

Resim:http://browse.deviantart.com/?qh=&section=&q=trust+trapeze#/d1b5nvi

16 Şubat 2011 Çarşamba

KARALAMA DEFTERİM

Geçtiğimiz hafta Sabahattin Ali’nin 1943’te yazdığı romanı Kürk Mantolu Madonna’yı okudum. Roman sonuca ulaşamamış bir aşk hikayesi üzerine kurulmuş. Romanın kahramanı Raif içe kapanık bir adam. Bir gün oto portresini gördüğü Kürk Mantolu Madonna Maria’yla karşılaşır ve büyük bir aşk başlar. Maria henüz aşkını açabilmişken Raif’in Türkiye’ye dönmesi gerekir. Böylece biri Berlin’de biri Türkiye’de mektuplaşarak birbirlerinden haber beklerler. Bir gün ansızın Maria’dan gelen haberler kesilir. Raif unutulduğuna inanarak bir daha kimseyi sevmez ve hayata küser. Sadece yaşamak olsun diye yaşar. Evlenir, aile kurar fakat ne yaşarsa yaşasın bir daha mutluluk hayatında yer almaz.


Perşembe günü TEDXRESET konferansındaydım. Sabahtan akşama kadar farklı alanlardan isimler 18'er dakikalık konuşmalar yaptılar. Çeşitli çağrışımlarım oldu. Zaten bu yazı da karalama defteri kıvamında bir çağrışımlar bulutundan oluşuyor. Bakalım nereye götürecek beni. 
Şehir sosyoloğu Prof. Murat Güvenç’in konuşmasından aklımda Aristo ve Galileo’nun teorileri kalmış.  “Şeyler düşer, çünkü şeylerin yeri doğal olarak aşağısıdır. Serbest bırakılan nesne ne kadar ağırsa o kadar  hızlı düşer.” diyor  Aristo.  Buna karşılık Galileo ise bu tezi bir adım ileriye götürüyor. “Düşme eylemi nesnenin içinde bulunduğu ilişki sistemi ile bağlantılıdır. Aynı nesne dünyada düşer ama uzayda düşmeyebilir. Yani nesneleri etkileyen ikincil nitelikler vardır. Boyut, şekil, miktar, hareketlilik, hava, sürtünme, bulunduğu mekan gibi nitelikler Aristo’nun kuramını çürütür.” 

Yankı Yazgan konuşmasında İzmir enginarından bahsetti. Yaprağından enginarı sıyırıp ağzında çiğnedikten sonra o güzel tadının farkına varmak için 30sn beklemek gerekiyormuş. Çünkü dildeki tat reseptörleri ancak 30 sn. sonra tadı fark edebiliyor. Yani 30 saniye bekleyemezsek belki de enginarın tadını sevmediğimize karar veriyoruz. İnsan beyni de bedenin yaptığı hareketi 500msn sonra fark ediyormuş. Nasıl ki önce şimşek gelir ardından gök gürültüsü gelirse beyin de önce 'kolumu kaldırıyorum' diye seslendiriyor ve 500msn. geçtikten sonra kolu kaldırıyormuş. Çocukken enginarı sevmezmiş (sevdiğini bilmezmiş) oysa şimdi çok seviyormuş. Ve şu soruyu soruyor: “ Mutluysam ama ya mutlu olduğumu bilmiyorsam?”  

Mutluluk da Yankı Yazgan'ın enginarlarının tadı gibi sonradan anlaşılan bir duygu. Bazen bir olayı yaşadığımızda kendimizi nasıl hissettiğimize karar veremeyiz. Aradan yıllar geçtikten sonra bir resme bakıp “Vay be! Yaşadığım en mutlu zamanlardandı” deriz. Oysa mutluluk; biraz sabır ve biraz dayanma gücü ile o anda yaşanabilir.

Raif’in mutsuzluğunu ben biraz Aristo’nun mantığına benzettim. “Ağır nesneler hızla düşer”  Düz mantık: “Mektup gelmediyse terk edilmişimdir”  Oysa Raif'in bilmediği bir gerçek vardı. Maria artık hayatta olmadığı için ona mektup yollamayı kesmişti. Yani Galileo’nun dediği gibi nesnenin sadece ağır olması değil, ne kadar sürtündüğü, ne kadar serbest kaldığı gibi Maria’nın da mektup yollayamamasının ikincil sebebi vardı. Maria hayatını kaybettiği için mektup yollayamamıştı. Yani Raif'in duygusunu farklılaştıran, ilk anda görmediğimiz ama duygusunu değiştirecek ikincil etkenler olabilir.

Ve enginarla Raif'in durumunu bağlamak istiyorum. Yankı Yazgan’ın dediği gibi ne hissettiğine karar verebilmek için 30 saniye bekleseydi Raif; kaybının ikincil sebeplerini düşünseydi belki de kendini bu kadar mutsuz bir hayata hapsetmeyecekti. Tabi ki yine çok üzülecekti ama bir zaman sonra yeniden sevmeyi yeniden mutlu olmayı becerebilecekti. Onun gidişine dayanabilseydi, vedalaşabilseydi belki hayatı daha farklı ilerleyecekti. Aşka inancını yitirmeyecekti. Belki başka Madonna’larla karşılaşabilecekti.  Yeniden mutlu olabilecekti. 

Hayat yaşam döngülerinden oluşuyor. Yeniden doğabilmek için hep küçük ölümlerden geçmek gerekiyor. Raif, Maria’nın öldüğünü bilmese de onunla vedalaşıp, ona olan aşkını öldürebilseydi belki yeni bir yaşam döngüsünde yeniden yaşama başlayabilecekti.

"Kürk Mantolu Madonna" bitti. Yeni bir kitap başladı. 

Resim: Artichoke Girl- blog.lemonshortbread.com