Hergün yeni bir şeyler yaşıyoruz. Her yaşantı ruhumuzda bir iz bırakıp geçiyor. Ben, bu izlerin hayatımızdaki pozitif izdüşümlerinin takipçisiyim.

28 Haziran 2010 Pazartesi

BENİ ARARKEN...


Seda Diker’in Beni Ararken” isimli kitabının son sayfasını az önce kapattım. Kısmen kendi hayat hikayesi, kısmen de kendi danışanlarının hikayelerini harmanlayarak bir roman yazmış. Kitapta; paralel evrenler, geçmiş hayatlar ve bunun gibi kavramların yaşamdaki örneklerini anlatıyor.  Çok fazla bilgi sahibi olduğum bir konu değil. Ama çok ilginç. Paralel Evrenler teorisini ilk kez Amerikalı fizikçi Hugh Everett ortaya atmış. Teoriye göre; hayat boyu pek çok seçim yapıyoruz ve her seçimimizde evren çatallara ayrılarak paralel evrenler yaratıyor. Yani seçimlerimiz bizim hangi hayatımızda yaşayacağımızı belirliyor. 


Biraz karmaşık bir konu. Kimileri gerçekliğine kimleri de bunların kafayı çizdirmiş insanların uydurmaları olduğuna inanıyor. Ben de kitabı okurken kendi yaşadığım olayları gözden geçirdim. Gerçekten de hayatımda ben ne seçersem onu yaşadığımı farkettim. Yani ben yaptığım seçimle hangi gerçekliği yaşamak istediğime karar veren kişiyim. Dolayısıyla ne seçersem onu yaşıyorum.

Geçtiğimiz gün gazetede bir haber okudum. İnsanın inanmayı seçtiği şeyin onun gerçeği olduğunu çok iyi anlatan bir örnek. “Polonya'daki Lodz kasabasından çıkan tren, dükkanlara dondurma dağıtır. Görevlilerden ikisi, dondurmaları dükkana taşımak için dondurma dolabının içine girer. O sırada dolabın kapağı kapanır ve içeride kalırlar. Dolabın kapağına vururlar ama onları duyan kimse yoktur. Öleceklerini anlarlar ve sürekli kendi kendilerine "Donacağız,donacağız..." diye mırıldanırlar. İçlerinden bir tanesi kağıda donma aşamalarını yazmaya başlar. "Önce tenimde karıncalanma hissetmeye başladım. Şimdi ayak parmaklarım uyuşmaya başladı… Yavaş yavaş tenimiz donmaya başladı, artık dayanamıyoruz." Ve sonunda donarak ölürler. Akşam onları orada bir kasabalı bulur ve polise haber verir. Olay yerine gelen polis otopsi sonucunda adamların donarak öldüklerini belgeler. Ancak ilgi çekici bir durum vardır. DOLAP SABAHTAN BERİ ÇALIŞMIYORDUR.

Sirklerde cam kırıkları üzerinde yürüyen, demir çiviler üzerinde rahatça uyuyan, ağzına kılıçları sokup çıkartan insanlar görürüz. İşte aslında bu deneyimlerin hepsi aynı noktada birleşiyor. İnanmayı seçtiğin şey senin gerçeğin oluyor.

Ayşe Arman Mayıs ayında yayınlanan bir röportajında ateşin üzerinde nasıl yürüdüğünü anlatmıştı. Bana çok imkansız gibi geldiği için heyecanla okudum. Dünyaca ünlü bir motivasyon konuşmacısı olan Priya Kumar’la görüşmüş ve kendisi de ateşte yürümeden önce Priya’ya  ateş üzerinde yürümeden önce insanları nasıl hazırladığını sormuştu. Priya; ateşte yürüyecek insanların; önce korkularıyla yüzleşmelerini istiyor. Korkularını alıp önlerine koyuyor ve onlara: “İnandığınız şey, sizin gerçeğiniz olur” diyor. “Isı kaç derecede olursa olsun, sizi yakacağına inanırsanız yanarsınız.”   Çalışmayan buzdolabında donacaklarına inandığı için donan adamlar ya da cayır cayır yanan ateşte yanmadan yürüyen insanlardan olmayı seçebiliriz.

Pekçok kişisel gelişim kitabında; “önce hayatında olmasını istediğin değişime inan, sanki o değişim gerçekleşmiş gibi hissetmeye başla” diyor. Bir şeye kuvvetle inanınca ona sahip de olabiliyorsun. Önce inan ve sonra inanmayı seçtiğin şey senin gerçeğin olsun.  Elbette; her seçim kendi başına değerlendirilir. Bir seçimi bir kere yaptım diye hep orada kalmak zorunda değilim. İnanmayı seçtiğim bir gerçeği bir başka zaman diliminde değiştirme özgürlüğüne de sahibim. Örneğin, ilk aşk ilişkisinde üzülen bir kadın erkeklere güvenilmeyeceği fikrine inandı. Yeni ilişkilerinde seçimlerini hep bu inanç doğrultusunda yaptı. Ve bunu hayatına genelledi. İnandığı şey onun gerçeği oldu ve bütün ilişkilerinde erkeklere güvenmemeyi seçti. Oysa paralel evrende yaşayan bir başka o, bunun o duruma özel bir sonuç olduğunu bildi, hayatına genellemedi ve mutlu ilişkiler kurmaya devam etti. (fazla bu konuları düşününce insan içinden çıkamaz hale geliyor, kafayı çizdirmek işten değil J bu kadın, öbür boyuttaki aynı kadın… neler diyorum ben)

İnanmayı seçtiğimiz bir şey gerçeğimiz haline gelmeden önce; hayatımızdaki değişim gerçekleşmeden önce korkularımız yeniden karşımıza çıkabilir. Çünkü egomuz değişimi sevmez. Tanıdık bildik, denenmiş olan acı da verse rahatlık alanıdır. Orada kalmayı yeniye tercih eder. Ateş üzerinde yürümeye hazırlanan 100 kişiden 5’i vazgeçebiliyormuş. Korku, şüphe, başarısızlık duyguları, beceriksizlik, geçmiş hatalar bizi hep eski tanıdık gerçeklikte tutmaya çalışıyor.

Ben; bu olumsuz düşüncelere gözümü kulağımı kapatıyorum. Yeni olan bilinmez tabi ama bildiğim bir şey var: Eğer istersem ateşin üzerinde bile yürüyebilirim.

Yeni yazıya uygun bir şarkı var yine. Mary J. Blige- Each Tear


19 Haziran 2010 Cumartesi

Kadınlar Vs Erkekler ( 1/0)


Yakın bir erkek arkadaşımla yaşadığımız bir anlaşmazlık beni kadınlar ve erkekler arasındaki ifade farklılıklarını düşünmeye yöneltti. Acaba ben aklımdakileri tam olarak karşımdaki insanlara aktarabiliyor muyum? “Oh be! İçimdekilerin hepsini söyledim, rahatladım” derken aslında gerçekten söylemek istediklerimi aktarıyor muyum yoksa kılıflara sokup anlattım zannedip kendimi mi kandırıyorum? Bu hafta, konuştuğum kelimelerin, aklımdan geçen ile tam olarak aynı anlama gelip gelmediğini inceledim. Kız arkadaşlarım ve erkek arkadaşlarımla konuşurken yaşadığım farklı durumları düşündüm. Erkekler ve kadınların düşünme, konuşma ve anlama biçimlerinin farklı olduğu sonucuna vardım. Ne kadar çabuk fark etmişim değil mi? 34 yaşımdayım. : )

Genellikle vermek istediğim mesajı karşımdaki kişiyi kırmayacak, kibar bir şekilde net olarak anlatmaya çalışırım. Söyleyeceğim, olumlu bir mesaj ise zaten çok sorun olmaz, içimden geçtiği gibi konuşmam yeterli olur. Olumsuz bir mesaj vereceksem biraz daha kılıflara sokarak, eldiven takarak kelimeleri kullanmaya çalışırım. Karşımdaki insanı kırmamak ama söylemek istediğimi de söyleyebilmek önemlidir benim için.

Fark ettim ki; erkekler kadınlar gibi konuşmuyor. Buna bağlı olarak da kadınların konuştuklarını, söylemek istenildiği anlamda anlamlandırmıyor. Her şey 1-0 mantığı ile işliyor. Hani bu bilgisayar programlarındaki gibi ya 1 ya da 0 oluyor. İkili Sistem (Binary System) denilen bu mantık sisteminin dayandığı düşünceye göre bir şey ya A’dır ya da A olmayandır. Örneğin; bir odadaki insanlara “kimler kadındır?” diye sorulduğunda kadın olanlar elini kaldırır. Kaldırmayanların hepsi de kadın olmayanlardır. Yani tüm erkekler kadın olmayandır. İşte bilgisayarlar da bu ikili sisteme göre çalışırlar. Her şey ya 1 olur ya da 0.

Erkekler için de durumun bundan farksız olduğunu keşfettim. Bir olay olduğunda biz kadınlar bir cümlenin milyonlarca farklı tercümesini yapabiliyoruz. Sıradan bir cümleyi evirip çevirip değişik yorumlayarak bazen ciddi tartışmalara yol açabiliyoruz. Oysa erkekler için ne kadar kolay. Ne söylediyse o. Hangi kelimeyi kullandıysa o. Ne duyduysa o. Yok başka bir anlamı. Ya 1 demiştir ya da 0.

Kendimde fark ettim ki; karşımdaki insana bir mesaj vermek istediğimde kelimelerimi dikkatle seçiyorum. Karşımdaki de anlasın diye bekliyorum. Daha çok bekleyeceğim bu gidişle. : ) Çünkü erkekler için 1-0 ikili mantık sistemi devrededir. Erkek, söylediğim kelimeleri duyar, kelimelerin anlamını anlar. Ama mesaj olarak vermeye çabaladığım gizli alt yazıyı ne yazık ki okumaz. Kim bilir; belki bazı kadınlarla da benzer sorunlar yaşanıyordur.

Baştaki olaya gelince; ben de yaşadığım bir rahatsızlığı arkadaşımla konuşurken küçük ipuçları vermeye çalışmıştım. Kelimeleri onu incitmemek adına kılıflara sokarak seçip ona kendimi anlatmaya çalışmıştım. Ve sonra beni anlamadığı için de çok kırılmıştım. Neyse ki geçtiğimiz gün olay hakkında yeniden konuştuk da onun düşünme sistemini fark edebildim. O benim vermek istediğim mesajların hiçbirini almamıştı. Dolayısıyla benim rahatsızlığımın farkında olmamıştı. İkili sistem ışığında yaşadığımız olayı yeniden değerlendirince ona biraz hak da verdim.

Örneğin; ben ona “Ay bu evde böcekler geziyor.” dediğimde o 1-0 mantığı ile “Evet, evde böcek var.” diyordu. Oysa ben ona böceklerden rahatsız olduğumu kibarca anlatmaya çalışan gizli alt mesajlar vermeye çalışıyordum. Beni anlamadığı için de ona kırılıyordum.

Hâlbuki 1-0 ikili mantık sistemini göz önünde bulunduruyor olsaydım karşımdaki erkeğin alt mesajları falan anlamayacağını bilirdim. Şimdi bu bilgilerin ışığında cümlemi güncelleyince “ben bu böceklerden rahatsız oldum, böceklere bir çözüm bulalım.” gibi beni anlayabileceği bir halde söylemenin uygun olduğunu anlıyorum.
1-0: Bu kız böceklerden rahatsız, çözüm istiyor.

Sonuç olarak ben dersimi aldım: Kendimi ifade etme sorumluluğu bana aittir. Kimsenin beni leb diye anlamasını bekleyemem. Kadın-erkek demeden kendimi ifade ederken daha açık, net olmayı deneyeceğim. 1-0 mantığında kelimeler kullanmaya çalışacağım. Acaba mesajı doğru anladım mı ya da karşı taraf beni anladı mı diye tereddüt etmeden anlaşıldığını bilmenin dayanılmaz hafifliği ile oh diyebileceğim. Size de tavsiye ederim.



13 Haziran 2010 Pazar

İYİ Kİ VARSIN..

Dün akşam Sex And The City 2 filmini izledim. Film olarak muhteşem olmasa da benim gibi dizinin hayranları için keyifle izlenecek içerikteydi. Sanırım beni diziye de filme de bu kadar bağlayan; bu dört kadının arkadaşlık ilişkileri. Hayatlarında iyi, kötü, ekşi, tatlı, acı her ne olursa olsun birbirlerinin yanında ve birbirlerine destekler. Bu dört kadın birbirinin ailesi olmuş. Samantha filmin bir yerinde geçen yazıma esin kaynağı olan o repliğe gönderme yapıyor. “Erkek arkadaş, koca, çocuklar… Ne demiştik bunca sene önce. Hepsini koy bir kenara. Biz birbirimizin ruh eşiyiz. We are soulmates.” Ve yine dört kadın bir maceraya yelken açıyor.

Arkadaşlarım iyi ki varsınız. Peki, sadece arkadaşlar yeterli mi? Kişinin kendisini geliştirebilmesi, daha iyi tanıyabilmesi, hayatı paylaşabilmesi için bir de hayat partneri/eş/sevgili lazım. Gözleri açık Sevmek adlı bir kitap okuyorum. Çift terapisi yapan bir psikologun yazdığı mektuplardan oluşmuş kitap. İyi de gözü açık sevmek de neyin nesi?

Benim bir listem var. Her yaşadığım ilişkiden sonra yeniden gözden geçirdiğim ve hayatımda olmasını istediğim insanın özelliklerini düşündüğüm bir zihin listesi. Acaba gözü açık sevmek bu mu? Ne istediğini bilerek sevmek mi? Hiç sanmıyorum. Bu; olsa olsa bir takım kalıpların içine sıkışarak, kendini sınırlamak olabilir. Kitap diyor ki: Sevmek için kendi içine bakmak şart. Kendini tanıyacaksın, özelliklerini, ne olduğunu bileceksin. Önce sen sevmek istediğin kişi olacaksın ki o kişi de gelip seni sevsin. Eyvah! O zaman iyice sadeleştirmek lazım bu listeyi : )  Ben ilişkimde dürüstlük mü istiyorum, önce ben kendime ve etrafıma dürüst olayım, sabır mı istiyorum kendim sabırlı olmayı becereyim. Neşe mi istiyorum önce ben neşeli bir insan olayım. Yani benim anladığım; ilişki çeşitli özelliklerinden dolayı bir başkasına ihtiyaç duymakla gelmeyecek. İhtiyaç duyduğum özelliklerin hepsini kendimde topladığım zaman karşıma çıkacak. Beni olduğum halimle kabul eden biri; ben beni her halimle onaylayıp, kabul edince gelecek. Ben aradığım kişi olunca aradığım ilişkiyle karşılaşacağım.

Aklıma bir örnek geldi. Sokağa çıkarken, gideceğim yere uygun giyinip-süslenip giderim. Arkadaşlarım eve gelecekse rahat edeceğim düzgün bir şeyler giyinirim. Evde bir başıma oturuyorsam ya bir eşofman ya da pijamamı giyip, saçlarımı da toplayıp rahatıma bakarım. Kendimi tanıdığım için, evde olduğumda rahat etmek istiyorsam sevgilimin yanında da saçımı toplayıp pijamamla oturabilmek isterim.

Aşkın o heyecanlı baştaki zamanlarında biraz daha dikkatli, genelde kostümlü oluyoruz. Davranışlarımız da kostümlü oluyor. İlişki ilerledikçe kimi çiftler kostümlerini çıkartabiliyor ve kendilerini oldukları haliyle, pijamasıyla, kirli çorabıyla, sabırsızlığıyla ya da korkularıyla gösterebiliyor partnerine. Ben kendi içimi görünce, ne olduğumu bilince ancak kendimi dışarıdaki insanlara gerçek halimle gösterebilirim. Zaman ilerledikçe, tül perdesi kalkıyor ve tülün altından görünen özelliklerden bazıları hoşumuza gitmeyebilir de. Olsun. Kitaptan bir cümle çok hoşuma gitti. Gerçek aşk bir insanı sadece olduğu kadarı nedeniyle değil, ne olabileceğini bilerek sevmektir. Uzun ömürlü bir ilişkide, bir insanı hoşumuza gitmeyen yanlarıyla da sevebilmek gerekir. Çünkü bu özellik de sevdiğin inanın bir parçası en nihayetinde.

Belki de ilişkilerde her iki tarafa da biraz nefes alma alanı bırakmak gerekiyor. Tıpkı evdeki bitkiler gibi. Nasıl ki zaman zaman bitkilerimizin toprağını havalandırıyor, saksısını değiştiriyorsak ilişkinin de toprağını havalandırmak faydalı olabilir. Nefes alabilen, kendi hobileri, yakın arkadaşları, birbirlerinden ayrı yaptığı şeyler olan çiftlerin toprağı havalanır. Aynı saksıda buluştuklarında birbirleriyle paylaşacakları artar. Birbirlerini besler, ilişkiyi de kendilerini de zenginleştirirler. Azken çoğalırlar. Gözü Açık Sevmek, böyle bir şey sanırım. Sertab Erener'in yeni şarkısındaki gibi hayatımdaki kişiye tüm özellikleriyle İYİ Kİ VARSIN, İYİ Kİ SEVMİŞİM SENİ diyebilmek.




6 Haziran 2010 Pazar

BFF


Geçtiğimiz gün 15 yaşındaki arkadaşımla sohbet ederken konu onun yaşıtı arkadaşlarına geldi. Bu yaşlarda arkadaş bulmanın zorluklarını konuştuk. Kiminin daha olgun, kiminin daha çocuksu, kiminin öyle kiminin böyle olduğunu anlattı. Konuşurken henüz BFF’ini bulamadığını söyledi. Bozuntuya vermeden onu dinlemeye devam ettim, konunun içinde kaldım. Ama BFF de ne oluyordu ki?!! Cevabını yeni bulabildim.

Dün Sex and The City’nin eski bölümlerinden birisini izliyordum. Carrie, Charlotte, Sam ve Miranda ruh eşleri hakkında konuşuyordu. Ruh eşlerini bulabilecekler miydi? Hayatlarına çok sevdikleri, bütün hayatı paylaşmak istedikleri biri girecek miydi? Ertesi gün Carrie’nin doğumgününü kutlamak üzere sözleştiler. Ama aksilik aksiliği takip etti kızların hiçbiri sözleştikleri lokantaya gelemedi. Carrie tek başına lokantada bekledi ve kimsenin gelmeyeceğine emin olunca pastasını eline alıp evine geri döndü. Akşamın ilerleyen saatlerinde her zaman gittikleri kafede oturup konuşurken; Carrie doğum günü akşamında tek başına kalınca hayatında güvenebileceği, omzuna yaslanabileceği bir erkek olmadığı için kendini ne kadar yalnız hissettiğini, bu yalnızlığın onu çok üzdüğünü ve umutsuz hissettiğini arkadaşlarıyla paylaştı. Belki de ruh eşini asla bulamayacaktı. Carrie’nin üzüntüsüne her zaman hayata pozitif bakan Charlotte çözüm buldu. “Belki de biz birbirimizin ruh eşiyiz ve sevgililerimiz bizim için sadece yaşamı güzelleştiren kişiler olacaklar. Biz zaten ruh eşlerimizi bulduk” dedi. Emin değilim BFF terimini de bu bölümde mi kullandılar ama ben bu sahneyi izlerken anladım bunun ne demek olduğunu.  BFF- Best Friends Forever.

Bu BFF’ler öyle şeyler ki; kimi zaman kahkahalarına kimi zaman dertlerine ortak olur. En garip fikirlerini dinleyip üstüne bir de sana hak verir. Beyin jimnastiği yapmana yardımcı olur. Yalnız kaldığında ilaç olur, çocuğun olduğunda ona teyze olur. Yazdıklarını okur ve beğenir. Aksi olduğunda bile yanında kalır. Bütün sırlarını kumbara gibi biriktirir. Bir davete gideceğinde acil kıyafet desteğinde bulunur. Bütün diyetler onunla başlar, onunla yenen bir cheesecake ile biter. Görüşmesen de (msn, skype, sms) ihtiyacın olan her zaman yanındadır. Ne kadar farklı kişiliklerde olursan ol, o seni anlar. Her derde deva olur bu KANKA’lar.

Biz de dün akşam benim BFF’lerimden bir tanesinin doğum gününü kutladık. Sivri topuklu ayakkabılarımızla yağmurun altında koşarkenki kahkahalarımız görülmeye değerdi. Yeni kuaförden çıkmış saçlarımızın pişmaniye gibi kabarmasına mı gülüyorduk? Kokoş kıyafetlerimizin ıslanmasına mı? Yoksa sadece birlikte olduğumuz için mi bilmiyorum. Ama mutluyduk beraber. Kadehleri onun yeni yaşının şerefine; yaşamımızın en önemli zamanlarını bir arada, keyifle geçirdiğimiz için tokuşturduk. Happy Birthday my BFF.  : ) 

Bu hafta sonu sıcacık, sevgi dolu anlarım oldu. Kahvaltı sofrasında paylaşılan keyifli aile ortamında, kuzenlerle birlikte içilen çayda, annemin dolabından aşırdığım kurabiyenin enfes tadında, şemsiyenin kenarından damlayan yağmur suyunda, yakınımdakilerle bir arada olarak, uzağımdakilerle yazışarak, konuşarak ve yine yakınımdakilerle eve döner dönmez son gelişmeleri yazışarak hayatımdaki insanların varlığını daha çok hissettim. Ne mutlu bana ki hayatımda olmasından mutluluk duyduğum pek çok insan var. Hayatımda olan tüm insanlar, dostlarım, ailem iyi ki varsınız. Bu dünya sizinle güzel.

Candan Erçetin’in şarkısı çaldı az önce radyoda. Ne güzel söylemiş. “Bu dünyaya sevmeye geldim. Eşi dostu görmeye geldim. Mutlu oldum, dertli oldum… Hepinizin canı sağ olsun” : )

PS: Merak ediyorum erkeklerde BFF olayı nasıl oluyor. Yoksa sadece bir kadın/kız olayı mı bu?