Hergün yeni bir şeyler yaşıyoruz. Her yaşantı ruhumuzda bir iz bırakıp geçiyor. Ben, bu izlerin hayatımızdaki pozitif izdüşümlerinin takipçisiyim.

28 Nisan 2010 Çarşamba

DÖNÜŞÜM

Harika bir tatil yaptım. Bu sessizliğim ondandı. Geçtiğimiz hafta dört günü mavinin ve yeşilin farklı tonlarında, denizin serin sularının içinde kaybolarak geçirdim. Kuş sesleri, horoz ötüşleri, dalgaların taşlara çarpma sesi, gülümseyen suratlar ve dinginlik…

O da ne? Bir anda iki siyah takım elbiseli adam göründü güneşin içinden. Kara güneş gözlükleriyle odama girdiler, çekmecelerimi karıştırdılar, canımı sıkmaya çalıştılar. Geçmişteki bir telefon numarasının peşindeydiler. Oysa ben o numarayı çoktan atmıştım uzaklara. Geçmişte de başıma dert olmuştu bu numara zaten. O zaman çok korkmuştum, ne yapacağımı bilememiştim. Bu sefer daha soğukkanlı hissettim kendimi. Benzer bir numara verip adamları gönderdim. Yine gelirlerse bir yolunu bulup kendimi kurtarırım onlardan nasıl olsa. Biraz korku, biraz da heyecanla sıçradım yataktan. Evet, bir rüya gördüm. Bu hafta boyunca bu iki adamın hayatımda neyi temsil ettiğini anlamaya çalıştım. Korkutucu, ürkütücü bir rüyaydı. Ama benim zeminimde bana hafiflik, güçlülük ve gururlu olmak kavramlarına dokundu.

Gestalt felsefesine göre; bir insan farklılığını koruyarak, aynı zamanda çevreye uyum sağlayarak var olur. Yani kendisiyle dış dünya arasında bir temas sınırı oluşturarak. Hem kendi sınırları içinde kendi varoluşunu koruması hem de o sınırların dışındaki dünyayla birlikte yaşayabilmek için sınırlarını esnetmesi/daraltması gerekebilir. Ben bu rüyayı yorumladığımda geçmişteki korkularımla yüzleşebildiğimi gördüm. Kendim olmaktan ödün vermeden, kendi farklı oluşuma sahip çıkarak aynı zamanda siyah elbiseli adamlarla karşılaştığımda da duruma uyum sağlayarak var olmayı başarabildiğimi gördüm. Biliyorum; siyah takım elbiseli adamlar gibi başka korkular da hayatımda hep olacak. Herkesin farklı korkuları olabilir. Evlilikten, yakın ilişkiden, yalnız kalmaktan, şişmanlamaktan, özgürlüğünü kaybetmekten, hiç kıskanamamaktan, parasız kalmaktan, aşık olmaktan, kaybetmekten, otoriteye boyun eğmekten ve daha pekçok şeyden korkuyor olabilirsiniz. Korkularınızı meşrulaştırın. Korkmak ve kaçmak, unutmaya çalışmak, yok saymak yerine; korkunuzla yüzleşin. Hala korkmaya devam edebilirsiniz ama onun karşısında var olmayı, dik durmayı seçin. Zaman o korku küçülecek, önemsizleşecek ve siz uyum içinde farklılaşacaksınız.

Farkettim ki korkularıma yenilerek kendim olmaktan vazgeçmek, korkunun getirdiği duruma uyum sağlamak bana iyi gelmiyor. Geçmişte; korkularım karşısında ezilip büzülerek kendi sınırlarımı koruyamayarak farklılaşıyordum. Yani sadece temas etmek yeterli olacakken, korku beni içine çekip yok ediyordu. Yani teorideki adıyla işlevsel olmayan farklılaşma yaşıyordum. Kendi isteğimle, seçimli farklılaşma yaşamıyordum. Artık; ben ne zaman hangi durumda farklılaşacağımı kendim seçiyorum. Korkularımın beni istemediğim şekillere sokmasına izin vermemeyi seçiyorum. Hatırlarsınız; Kafka’nın romanındaki kahraman Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendini zırh gibi sertleşmiş sırtıyla, dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulmuştu. Kafka/Gregor için; hayatın baskılarından, korkularından, aile otoritesinden, -mış gibi yaşamaktan, gerçekleri gizlemekten kaçışın bir ifadesiydi “DÖNÜŞÜM”. O, korkusunun ağına düştü ve tam da korktuğu şey oluverdi. Değersiz, küçük, pis bir böcek. Benim içinse dönüşüm; korkuyu kendi ağıma düşürmek. Dönüşüyorum! Gerektiği yerde eski deriden sıyrılıp alttaki deriyle dolaşabilmek esnekliğine sahibim. Bazen de geçmişteki derilerimi kontrollü, seçimli olarak kullanabiliyorum. Korkunun beni başkalaştırmasına izin vermedim ve onu da benim giyip çıkarabildiğim parçam haline getirdim. Üzerimdeki kostüm ne olursa olsun; ben her halimle kendimi seviyorum.

resim: http://media.photobucket.com/image/metamorphosis%20illustration/tlvg/2Metamorphosis-1.jpg

20 Nisan 2010 Salı

UFAK ŞEYLERİ DERT ETMEYİN

Bu hafta İzlanda yanardağı Eyjafjallajokull 190 yıl sonra buzların altından püskürmeye başladı. Bir anda atmosferi alev ve küller kapladı. Ne zaman suskunluğuna geri döneceği bilinmiyor. Yayılan kül bulutları yüzünden o bölgedeki uçak seferleri iptal oldu. Tanıdığım pek çok insan, birisinin eşi, başkasının kardeşi, benim arkadaşım, onun çocuğu yollarda kaldı. Küller hayatımızın pek çok alanını etkiledi ve sanırım etkilerini bir süre daha devam ettirecek.

Ben o çok hayalini kurduğum Amerika seyahatim için endişelendim. Londra aktarmalı uçuşum acaba yapılabilecek miydi? Daha 3 hafta var ama olsun, ben küllerle birlikte endişelenmeye başladım. Sonra duydum ki küller atmosfere güneş ışınlarının girmesini engellediği için küresel bir soğuma bekleniyormuş. Yazın kar bile yağabilirmiş. Dediler ki asit yağmurları gelecekmiş. Solunum yolları hastaları etkilenebilir. Tarım bu asitli yağmurdan çok zarar görecek. Hah! Bir de onu kendime dert edindim. Nereye gidiyor bu dünyanın hali?

İki gündür içimde bir sakinlik ama bir o kadar da sabırsız/sevimsiz bir duygu var. Önemli bir şey olmadan önceki sessizlik gibi, arkasından gelecek olanın habercisi gibi. Dün akşam spora gittim. Her zaman yaptığım egzersizi yapmaya başladım ama nabzım bir türlü yükselmedi. Sanki kalbim de sakinliğini korumaya çalışıyor gibiydi. Tempomu arttırdım, arttırdım ama nabzım bana mısın demedi. Sakinliğini korumayı sürdürdü. İçimdeki sabırsızlık, kalbimdeki sakinlikle birleşince tarif edemediğim bir sevimsiz duygu oluştu. Sanırım Eyjafjallajokull yanardağından gelen küllerden olmuştur benim bu halimde.

Sebebini keşfetmeye çalıştıkça ve bulamadıkça içimdeki sevimsiz his arttı ve sonunda bir arkadaşımla konuşurken farkına vardım. Gestalt bakış açısı der ki ANDA KAL. Evet; bugün de bu sevimsiz ruh hali içinde kalayım o zaman. Neden bulmaya çalışıp, içimi dışımı didikleyip, gördüğüm rüyadaki gümüş kanatlı kuşun neyi simgelediğini bulmaya çabalayıp kendimi zorluyorum ki? Bana vermek istediği mesajı nasılsa o duygunun içinde kalarak anlayacağım. Eğer şu anda hissettiğimden uzaklaşmaya çalışıp yeniden şen şakrak, adrenalin dolu, cıvıl cıvıl halime dönmeye çabalarsam anı göz ardı edip şu an içinde bulunduğum duyguya temas etmekten kaçınmış oluyorum. O zaman varsın bir iki günü de bu ruh halinde geçireyim.

Hatta bu sevimsiz diye adlandırdığım ruh hali için bile şükretmeye karar verdim. Hayat çok şaşırtıcı olabiliyor bazen. Çabalıyoruz, uğraşıyoruz, fedakârlık yapıyoruz, çok çalışıyoruz, kendimizi ikinci plana atıp iş ya da o anda önemli olan her ne ise onlara yoğunlaşıyoruz. Ve sonra bir anda şaşırtıcı bir şey oluveriyor. Tanıdığım birinin başına gelen ürkütücü, tatsız bir olay beni yine bana döndürüyor. Arkadaşım başına gelen korkunç kazaya rağmen sağ salim ve iyi olduğu için şükrediyorum. İşte tam o anda karşımdaki camekanda bu kitapla karşılaştım.

“Don’t sweat the small stuff… and it’s all small stuff - Ufak şeyleri dert etmeyin… hepsi de ufak şeylerdir.” Dr. Richard Carlson- Koleksiyon yayınları

Bazen yaşamın akışına uymak ve hayata ılımlı bakmak hayatı çok daha yaşanılası çok daha huzurlu hale getirebilir. Küller geldi uçaklar kalkmıyor mu? Peki! Hayat bunu getirdiyse önümüze bunu yaşamaya bakalım. Şikâyet etmek nasıl olsa çözüm getirmiyor. Şöyle demiş Çin atasözü: Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirme gücü ver. Değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmemi sağla. İkisini ayırt edebilmem için de akıl ver. Değiştiremeyeceğimiz kayıplar karşısında, yaşama sevincimizi kaybetmemek gerekiyor. Tabi ki bu demek değil hayattaki olumsuzlukları görmezden geleceğiz. Ama dünyanın sonu gibi görmek yerine, mümkün olduğunca ufak şeyleri dert etmeyerek, hayata direnmeden, karamsarlığa kapılmadan belki biraz da Pollyannacılık oynayarak, kendimizi akışa bırakarak (let go) su gibi huzurlu yaşayabiliriz.

Resim: yine süper bir sanatçı keşfettim. tavsiye ederim.
 

14 Nisan 2010 Çarşamba

PARADİGMA DEĞİŞİMİ


İki senelik Gestalt Teorisi eğitiminin sonuna geldik. Önümüzdeki ay son oturumda iki senelik yolculuğun bana kazandırdıklarını tüm grubumla paylaşacağım. Eski defterlerden başladım işe. Neler öğrendiğime göz gezdirdim. Ancak “Paradigmalar ve Farkındalıkla” ilgili bölümden ileriye gidemedim. Okuduklarım zeminimde çok taze kıpırdamış bir alana dokundu. Olayı paylaşmadan önce paradigmanın ne olduğunu daha iyi tanımlayabilmek için küçük bir örnek vermek istiyorum.

Merve ve Ahmet yeni tanışmışlar. Merve bir Pazar sabahı erken saate kahvaltı daveti yapmaya karar veriyor ve Ahmet’i de davet ediyor. Ahmet biraz geç katılabileceğini söylüyor. Merve eğer sadece kendi zemini, kendi ihtiyacı ve elindeki verilere bakarak durumu değerlendirirse; yani alışılagelmiş düşünce biçiminde kalırsa sinirlenebilir, Ahmet’le kavga edebilir ya da bir başka davranışta bulunabilir. Eğer Merve zeminini genişletip, Ahmet’in ihtiyacının ne olduğunu anlamaya çalışırsa; Ahmet’in bir grupta gitar çaldığı için sabahın erken saatlerine kadar gece klubünde olduğunu ve o kadar erken kalkamayacağı için gecikeceğini anlayacaktır. Bu bilgiyle Merve farklı bir davranışta bulunabilir. Yani yeni bir farkındalık geliştirip paradigma değiştirmiş olur. Canı da sıkılmamış olur.

Yakın bir arkadaşımla; bir süredir üzerinde çok kafa yorduğumuz, her detayını birbirimizle paylaştığımız bir ortak konumuz var. Konuyu anlatmak istemediğimden paylaşımlarımızın tamamına PASTA diyeceğim. Biz onunla birlikte bir pasta yapmaya başladık. Hamurunu birlikte yoğurduk, içine konulacaklar hakkında fikir paylaşımı yaptık. Pastayı nasıl farklılaştırabileceğimizi düşündük. Bu süreçten ikimize de keyif aldık. Geçtiğimiz gün farkettim ki “bu pastayı beraber yapıyoruz, ikimizin ortak pastası bu” diye düşünürken ben; aslında pastanın oldukça büyük bir diliminin varlığından haberdar olmamışım. Önce kendimi haksızlığa uğramış hissettim, sonra ben yeteri kadar açık olduğum ama karşılığında aynı açıklığı görmediğim için kızdım. “Bu pasta yapma yolculuğuna birlikte çıkmıştık ve pastanın bir bölümü benden saklandı, ben dışlandım.” Diye düşündüm. Tek bu veriye dayanarak davranışımı şekillendirecekken kendimi durdurdum. Sakinleşmeye ve onu dinlemeye karar verdim.

Konuşmaya başlamamız oldukça uzun zaman aldı. Konuşmaları; eksik pasta diliminin etrafında dolanıyor ama dilimin kendisinden hala uzakta duruyordu. Belli ki zorlanıyordu. Ben artık içimde tutamadığım duygumu, haksızlığa uğramış ve dışlanmış hissettiğimi onunla paylaştım. Veri toplamak niyetinde olduğum için; dilimin etrafında dolanıp, eksik dilim hakkında bilgi vermiyor oluşundan rahatsız olduğumu söyledim. İşte o zaman anladım ki aslında dilimi sakladığı ben değilim. O henüz o eksik dilimi kendisi görmeye, onun varlığını kabul etmeye ve onu pastaya geri yerleştirmeye hazır değildi. Tek başına kendi bakış açıma/paradigmama dayanarak durumu inceleyince “o benden bilgi sakladı, beni dışladı konudan” diye düşünüp kırılıyorken, onun versiyonunu dinleyince, onun verilerini de bilgi havuzunun içine katınca duygum çok farklı oldu. Kırgınlığım uçtu gitti, hayatındaki bir gerçekle yüzleşmek için desteğe ihtiyacı olan bir arkadaşımı gördüm. Ve davranışımı bu verileri de değerlendirmeye alarak şekillendirdim. Olay aynı olay, durum hiç değişmedi. Ama benim konuyla ilgili paradigmam değişti. Farkındalığım arttı. Arkadaşımla olan ilişkim bozulmadı. Ve hala pastamızı birlikte yapmaya devam ediyoruz.

Farklı kanallardan veri toplayınca aynı olaya bakış açısı, olayın yaşattığı duygu ve verilen tepki, davranış değişiyor. Birey olarak, kendi davranışların, çevrende olup bitenler, başka kişilerin hayatları ile ilgili farkındalığın arttıkça zeminin de genişliyor. Zeminin ne kadar geniş olursa o kadar farklı bakış açısını içinde barındırıyorsun. Sadece kendi ihtiyacının farkında olmak yerine karşındaki kişinin ihtiyacını da görebilince davranış seçeneklerin çoğalıyor.

Bir düşünün bakalım? Siz hangi durum için zemininizi genişletmeye çalışabilirsiniz? Bir resimde ne kadar çok şey görebilirsiniz?

Seçenekleriniz bol olsun…


 

11 Nisan 2010 Pazar

HAYALETLER



Sizin de geçmişten bugüne getirdiğiniz bir hayaletiniz var mı? Hani farklı zamanlarda değişik kılıklarda, başka suretlerde ama hep aynı şeyin hayaleti olarak karşınıza çıkan biri...

Yaşadığımız acı veren bir olayın kahramanı farklı insanlarda vücut bulup bugünümüzde bizi takip edebilir. Acı veren olay dediğimde sanmayın ki çok büyük travmalardan bahsediyorum. Bazen ufak bir hayal kırıklığı bile içinde bulunulan yaşa göre yeterince acı verir. Cetvelle eline vurmuş olan ilkokul öğretmeni, bahçede oynarken bisikletini elinden alan büyük komşu çocuğu, baskıcı bir ebeveyn, tehditkâr bir iş arkadaşı, yetersizliklerini yüzüne vuran bir aile büyüğü, değersiz hissettiren bir sevgili, küçüksün diye sözünü kesen bir ağabey/abla ya da bir başkası hayatının bir döneminde içinden bir şeyleri kopartıp atmış olabilir.

Gestalt Teorisine göre hayatımızdaki her olay bir yaşam döngüsü başlatır. Her yaşam döngüsü de tamamlanmak ister. Önce zemininde ufak bir kıpırtı olur, bir şeyler sezinlersin. Bunun ne olduğunu anlamlandırmaya çalışırsın. İhtiyacının ne olduğunu fark edince onu doyurmak için bir eylem planlamaya motive olursun. Planladığını yapar, ihtiyacına temas eder ve çözümlemeye yeterli gelip gelmediğini değerlendirerek döngüyü kapatırsın. Bir arkadaş grubunda senin de ilgini çeken bir konu konuşuluyordur. Fikirlerini paylaşmak istediğini fark edersin. Eyleme geçer ve o konu hakkında konuşursun. Anlatmak istediklerini bitirince de susar ve döngüyü kapatırsın.

Bazen bu döngünün bir yerlerinde kesintiler olur. Sen konuşurken yakın bir arkadaşın canını sıkıyor ve konuşmanı tamamlayamıyorsan, ya da tamamlıyor ama canının sıkıldığını fark etmene rağmen bununla ilgili herhangi bir eylem yapamıyorsan o döngü tamamlanamamış olur. Birkaç kez daha aynı arkadaşınla ilgili benzer olay yaşamış ve hala bir eylem yapamamışsan, ya da yaptığın eylem çözüm için yeterli olmadıysa bu kişinin temsil ettiği özellik –sen konuşurken canını sıkan insan- bitmemiş bir iş olarak seni takip eder.

Küçük yaşlardan itibaren tüm başarıları babası tarafından yetersiz bulunmuş ve eleştirilmiş bir çocuk, o döngüyü yaşarken hissettiği rahatsızlığı fark edip babasına bununla ilgili bir şey söylememiş yani eylemde bulunmamışsa bu döngü yarım kalmış olur. O zamanki ihtiyacını doyuramamış ve bitmemiş bir işe sahip olmuştur. İlerleyen zamanda babası gibi; yaptıklarını yetersiz bulan ve eleştiren kadınlarla karşılaşır. Çok tanıdıktır bu kadınların davranışları. Yine eski rahatsızlığı hisseder ve yine geçmişte yaptığı bildik olanı yapar, bir şey söylemez. Bunun geçmişteki ihtiyacına ait olduğunu da fark etmeyebilir. İhtiyacını doyurmadığı için, babası kılıklı bir kadını hayatına çekmiştir. Üstelik de babasıyla ilgili bir yaşantısı yüzünden kendi romantik ilişkisinde de sorun yaşıyodur. Çalıştığı iş yerindeki patronu sürekli onun yaptıklarını yetersiz bulan ve eleştiren biri olabilir. Burada hissettiği rahatsızlık da aslında geçmişten getirdiği bitmemiş işiyle ilgilidir. Yani babasıyla başlayan ve tamamlayamadığı döngü patronunun suretinde yine karşısına gelmiştir. Kişi aynı tür insanlarla karşılaştığında sessiz kalarak aslında o ihtiyaca cevap vermemiş olur. Böylelikle geçmişten gelen ihtiyaç farklı kişiler kılığındaki hayaletler olarak sürekli karşısına gelmeye devam eder. Bugünü yaşayabilmek için geçmişteki yaşam döngüsünü tamamlamak gerekiyor. Geçmişte baş edemediği olayın bir versiyonu ile şimdiki zamanda baş edecek bir eylem gerçekleştirebilirse bu hayaletler de sona erecektir. Yani bu çocuk bugün babası, patronu ya da karısının benzer davranışı karşısında işe yarayan farklı bir davranış gerçekleştirebilirse geçmişte babasının önündeki suskunluğunu da telafi edebilmiş olacaktır.

Bir dostumun hatırlattığı şarkıdaki gibi; “Yeter ki iste, sakın korkma hayattan.” Hayaletinden korkma! Onunla yüzleş ve ne kadar zor olsa da harekete geç. Her zaman kolay olmayabilir. Bazen sıkılırsın, bazen bunalırsın hayattan. Yine de işe yaramayan eski yöntem yerine bir yenisini yap ve kurtul hayaletinden. Hep hayatta kal.

Kal (Atiye-Teoman)

Resim: http://fineartamerica.com/featured/carnival-masks-peter-jenkins.html

7 Nisan 2010 Çarşamba

BAHARDA AÇAN ÇİÇEKLER

Havalar ısındı, bahar geldi. Yaşasın!! Bahar yağmurlarını bile seviyorum. Bahar hep benim içimi kıpırdatır. Bahar benim için her zamankinden daha neşeli, daha pozitif ve daha dünyaya açık olduğumu hissettiğim bir dönemdir. Heralde ben bir bahar insanıyım. Bu bahar da daha sık dışarıda olmak, hayatı tam merkezinde yaşamak ve yeni insanlarla tanışmak için motivasyonum yüksek. Güneşin altında; çimenlerde oturup denize nazır sohbetler ya da gecenin parlak mavisinde balkonda şarap eşliğinde ve dost sohbetleriyle baharın keyfini çıkartmaya başladım.

Geçtiğimiz günlerde arkadaşlarımla olan sohbetlerimizde ilişkiler konusu çok gündemdeydi. Bahar geldi, hormonlar çalışıyor, havada aşk kokusu var J  Bekar insanlar olarak hayatımızda nasıl ilişiler, nasıl partnerler istediğimizi konuşmaya başladık. Kişiden kişiye farklılaşıyor ideal eş tanımı.

Kadın, erkek hepimiz önce fiziksel çekimle yola çıkıyoruz. Gözüne, kaşına, duruşuna vuruluyoruz. Eğer sadece kısa süreli, neşeli, eğlenceli hafif bir ilişki peşindeysek zaten çok da derinlemesine incelemeden keyifli etkinlikler, sosyalleşme ve heyecanla yetinebiliyoruz. Uzun süreli, biraz daha ciddi bir beraberlik arayışında olunca ilişkinin ileriye taşınması için fiziksel çekim yeterli gelmiyor. Güvende olmak, birlikte eğlenebilmek, ortak hobilere sahip olmak, kültürel etkinliklere katılmak, sohbet edebilmek, cinsel uyum, birlikte sosyalleşebilmek, gelecek planları, hayatta sahip olunan değerler, sorumluluk düzeyi, çocuk sahibi olma konusundaki fikirler… gibi pek çok kriter ve daha çok fazlası ilk çekimin arkasından gelen buluşmalarda gözden geçiriliyor. Sanırım yaşımız, içinde bulunduğumuz hayat dönemi, geçmiş ilişkilerde edinilen tecrübelerimiz yeni ilişkimizde bu saydığım unsurlardan hangisini aradığımızı farklılaştırıyor.

30+ bir kadın olarak ben, hayatı bir bütün olarak paylaşabileceğim insanlara yöneliyorum. İlk çekimin ardından benim için en önemli unsur kendimi rahat hissedebilmem ve karşımdaki insanın eğlenceli biri olması. Bireysel etkinliklerde başbaşayken sıkılmamak önemli olduğu kadar arkadaş çevrelerimizi de paylaşabilmek, kalabalık gruplarda da takım olmayı becerebilmek önemli benim için. İlişkinin stabil olması ve kendimi güvende hissettirmesi ve güvenilir olması önemli bir kriter. Kimi kadın kıskanılmayı/kıskanmayı ilişkinin sürekliliği için gerekli buluyor. Ben buna pek katılmıyorum. Özgüveni yüksek bir bireyin karşılıklı güven içinde kıskanmadan/ kıskanılmadan bireyselliğini koruması gerektiğine inanıyorum. Tabi ki; beğenildiğini yüksek sesle duymak herkesin hoşuna gider. Ama özgüveni yüksek bir yetişkinin bundan daha fazlasına ihtiyacı olacağını düşünmüyorum. Rutini kırmak için ufak sürprizler yapmak, bazen biraz romantizmin bazen de maceranın dozunu arttırmak ilişkiyi canlı tutmaya yardımcı olabilir.

Her neyse, baharda açan güneşin ve çiçeklerin benim zeminimdeki yansıması da aşk ve ilişkiler oluvermiş. Çok da derin bir konuymuş bu. Şimdilik noktayı Candan Erçetin’in BAHAR şarkısındaki cümleler ve melodisi ile koyabilirim.  
Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum, Yoksa böyle olduğumda mı gelir bahar”


4 Nisan 2010 Pazar

OLMAK


Hepimiz hayatta bir şeyler olmak istiyoruz. Bir arkadaş olmak, bir tasarımcı olmak, bir yazar olmak, bir ebeveyn olmak, bir çocuk olmak, bir sporcu olmak, bir iş adamı olmak ve daha birçok şey olmak istiyoruz. Peki, olmak ne demek? Nasıl olunur? Bugün bunu düşündüm. Acaba zorla spor yaparak sporcu olunur mu? Ya da bir çocuk yaparak ebeveyn olunur mu? Yapmak ve olmak arasındaki fark nedir? Ben hayatımdaki neleri yapıyorum, ne oluyorum?

Bu haftaki Gestalt eğitiminde zeminimde kıpırdamaya başlayan bu sorularım; Ferzan Özpetek’in yeni filmi “Serseri Mayınlar”ı izleyince şekillendi. Film makarna fabrikası olan bir ailenin hikâyesini anlatıyor. Ailenin iki oğlu; kim olduklarını keşfederken aslında yaptıklarının olmak istediklerini içermediğini fark edişleri üzerine şekilleniyor. Kim olduğunu bilmenin yeterli olmadığını ve belki de OLMAK için kaybetmeyi bile göze almak gerektiğini anlatıyor.

Kaybetmeyi göze almadan kazanılmıyor. Kaybetmeyi göze alacak kadar cesur olunca insan ancak hayatını OLARAK yaşayabiliyor. OLMAK; içinden geldiği gibi yaşamak, kuralları, toplumu, ailenin beklentilerini, başka insanların bizden siparişlerini düşünmeden sadece kendi hayat amacının peşinde gitmektir. Gönülden istediğinin sesini dinlemek ve içinden geleni ertelemeden şimdi burada onu yapmaktır. Tabi bu demek değil ki canımızın her istediğini yapacağız, ahlak kurallarına karşı geleceğiz, başkalarını rahatsız edeceğiz ya da suç işleyeceğiz. Hepimiz yetiştirilirken ailemizden, çevremizden bazı değerler kazanarak büyüyoruz. OLMAK; değer yargılarının süzgecinden geçirerek hem ahlaki, insani olarak içime sinecek ve benim kendimi gerçekleştirmem adına içime sinecek yönde yürümektir. Keyif aldığım şeyin peşinden gitmektir.

Mutlu olmak için hayatta OLMAK gerekiyor. Sadece sorumluluklarımızı yaparak, kuralların gerektirdiğini yaparak, –mış gibi yaparak yaşamak mutluluğu getirmiyor. Ya da belki bazıları için getiriyordur ama kısa süreli, geçici bir duygu oluyordur. Benim için mutluluk, hayatımda kendi varoluşumu sürdürebilmem için beni mutlu edecek kişilerle, beni mutlu edecek etkinlikleri yapmak, kendimi başarılı hissettiğim alanda gelişmektir. Para, mal, mülk mutluluk için yeterli olmaz. Sağlam dostluklara sahip olmak, hayatta varoluş amacına bağlılık, yaşam coşkusunu içinde hissederek, yoğun bir hayat sürmek mutluluktur. Bugün seni mutlu edeni bul. Perdenin arkasındaki kendini açığa çıkart. İçindeki kendin OL.

Filmin sonundaki bir cümle beni çok etkiledi. Filmdeki kahraman; kendini yazarak ifade edebildiğini, durmadan yazmak istediğini, yayın evi reddetmiş olsa bile, kimse onun yazılarını okumasa bile sadece kendi için yazmaya devam edeceğini söyledi. İşte bu sanırım OLMAK. Belki aile işindeki yerini kaybedecek, belki kazancını kaybedecek, belki ailesiyle sorun yaşayacak ama bunları kaybetme cesaretini gösterdiği için kendi varoluş amacı olan yazmaya devam edecek ve hayatına OLARAK devam edecek. Kaybetmeyi göze alınca kazançlar da büyük oluyor. Ben neleri kaybetmeye hazırım? Sen neleri kaybetmeye hazırsın?...