Hergün yeni bir şeyler yaşıyoruz. Her yaşantı ruhumuzda bir iz bırakıp geçiyor. Ben, bu izlerin hayatımızdaki pozitif izdüşümlerinin takipçisiyim.

24 Aralık 2010 Cuma

ÇEMBERİN NERESİNDESİN?

Bu yazının şarkısı Yeni Türkü’den gelsin: Çember-  http://fizy.com/#s/129gae


Hayat hep çemberlerden oluşuyor. Hepsinin içi bir başka dünya. Hepsi bambaşka şeylerle dolu. Bir çemberin içine giriyoruz, bir ucundan başlayıp öbür ucuna varıncaya dek yuvarlanıyoruz. O çemberi bitirince bir başka çembere başlıyoruz. Bazı çemberler daha ufak, bazıları da diğerlerinden daha büyük oluyor. Kimi zaman aynı anda birkaç çemberin içinde olduğumuzu fark ediyoruz. Çemberin istasyonlarında ilerlerken; göz açıp kapayana kadar bitenler; zaman ilerlemesine rağmen sonu gelmeyenler oluyor. Kimi zaman bir yerde tıkanıklık oluyor ve kendimizi dışında buluyoruz o çemberin. Bir huzursuzluk hissediyoruz ama tam da ne olduğunu bilemiyoruz. Akış kesiliyor.

Hayat; akıştır. Nasıl ki kanımız hep akmayı sürdürüyorsa; biz de yaşadığımızı hissetmek için hep akışta olmayı istiyoruz. Akış içinde gelişiyoruz, değişiyoruz. Çevremizle, kendi ihtiyaçlarımızla temas kuruyoruz.  Akışı yeniden başlatmak için çözümler arıyoruz.

Bugün yaşam döngüleri üzerinde düşündüm biraz. Sağlıklı işleyen bir döngü herhangi bir tıkanıklıkla karşılaşmadan çemberin bir ucundan başlar ve istasyonlara uğrayarak ilerler, sonuna varınca döngü tamamlanır. Kan dolaşımı bu döngüye örnek olabilir. Kan; damarlarımız yardımıyla bedenimizi dolaşır. Hücrelere yaşam taşıma içgüdüsü ile kalpten başlar yolculuğuna. Temiz kanı tüm hücrelere ulaştırarak yaşamı taşır. Oksijen dolu kan, tüm hücrelerden geçerken hücrelerin temizliğini de yapar. Kirlenmiş olan kan; temiz kanla karışmayacağı farklı bir yoldan görevini tamamlamış olarak kalbe geri döner.
Tıpkı kanın bedenimizdeki yolculuğu gibi bizim de hayatımızda bazı yolculuklar var. Bir yaşam döngüsünün başladığını, içimizden gelen bir hisle kendimizi o çemberin içinde bulunca anlıyoruz. Önce ihtiyacımızın farkına varıyoruz, ihtiyacı karşılamak için motivasyon geliştirip harekete geçiyoruz, ihtiyaçla temas kurup ihtiyacı giderecek bir eylem yaparak gideriyoruz ve doyum sağlayarak çemberin sonuna gelip yeni bir çembere geçiş yapıyoruz. İşte Gestalt’te buna Yaşam Döngüsü (Cycle of Experience) adı veriliyor.
Döngü önce bir his ile başlıyor. Kişi canını sıkan bir şeyler olduğunu anlıyor ama tam ne olduğunun farkında olmuyor. Sonra bu his farkındalığa dönüşüyor. Kişi ihtiyacının farkına varıyor. Farketmiş olmak o ihtiyacı gidermeye yönelik eyleme geçmek için yeterli gelmiyor. Enerjiyi harekete geçirmek için motive olmak eyleme geçmeyi sağlıyor. Eğer; yapılan eylem ihtiyacı karşılayabiliyorsa o zaman rahatlama ve durumdan sonuç çıkartma/özümseme ve o çemberi sonlandırma geliyor.
Bazen bu döngü tamamlanamıyor. İstasyonlardan birinde bize engel olan bir durumla karşılaşıyoruz. Ya yeteri kadar farkında olmuyoruz, ya isteğimiz yeterli gelmiyor harekete geçemiyoruz, ya da yaptığımız eylem ihtiyacı karşılamaya yeterli gelmiyor. Bazen de bir türlü o çemberin kapanmasına, o konuun hayatımızdan çıkmasına izin vermiyoruz. Özümsemek, o ihtiyaçla vedalaşmak istemiyoruz.

Yıl sonu geldi. Hayatımdaki döngülerden bir tanesinin daha sonlanma zamanı geldi. Her ne kadar bu yıl da büyük döngünün içindeki istasyonlardan bir tanesi olsa da; her yıl kendi başına farklı bir yaşam döngüsü benim için. Eski dargınlıklar, temizlenmemiş dolaplar, atılmamış fazlalıklar, edilmemiş telefonlar, söylenmemiş sözler, yollanmamış mektuplar… yaşam döngüsünü durduruyor. Bu yıl sona ermeden eyleme geçip döngüdeki bir sonraki istasyonlara ilerlemek istiyorum. Neden farklılaştığımızı bilmediğim arkadaşıma sebebini sormak istiyorum. Yazmayı ertelediğim yazılarımı yazıp yollamak istiyorum. Başladığım işleri tamamlamak istiyorum. Çevremde, benim döngümle ilgili kişi/durum/yer ile temas edip yola devam etmek istiyorum. 

Yeni yıla girerken yarım kalmış döngüleri düşünün. Beklettikleriniz var mı? İhtiyacınızı farkettiniz ama bir türlü adım atmaya cesaret edemiyor musunuz?  Bir kez adım atıp başarısız oldunuz diye yeniden denemekten mi çekiniyorsunuz? Derin derin nefes alın ve bedeninizdeki akışı hissedin. Hala bir haftanız var. 


1 Aralık 2010 Çarşamba

HEY YOU...

Kasım ayı benim için çok yoğun başladı. Başladığı gibi de devam etti. Haftalar geçerken ben hep neleri yetiştirmem gerektiğini planlıyordum. Birini bitirince arkasından gelecek olana hazırlanmak, etrafımdaki insanları dinlemek, onların ihtiyaçlarını karşılamak, yapılacak işleri yapmak ve biraz da arkadaşlık etmekle meşguldüm. Sonra biraz yavaşlamaya karar verdim. Bu temponun arasında kendimi unutmuştum.

Dilerseniz şarkıyı dinlemeye yazının burasında başlayabilirsiniz. Sağolsun yasaksız youtube :)

Ne istiyorum? Sorusuna cevap aradım. Çevremdeki insanları inceledim. Pekçok insan gibi benim de arzum içimdeki en iyiye ulaşabilmek ve potansiyelimi gerçekleştirebilmek; yani “en iyi BEN” olabilmek. Ben; içimdeki en iyiye ulaşabilmek için sosyal/toplumsal bir boyut belirlemişim. Hayatımdaki insanları önemsemek, onlara özen göstermek, beklentilerini karşılamak, onları dinlemek, becerilerim ölçüsünde yapabileceğim bir katkı varsa yapmak yolunu seçmişim.
























Bu haftaki Gestalt eğitimimde yaptığım çalışmaya hazırlanırken de hedefim aynıydı. Karşıma oturacak olan insanı dinlemek ve oradaki sürecin sorumluluğunu almak için hazırlandım. Hatta yapabilirsem onunla birlikte yürüyerek yol üzerindeki taşlardan geçerken elini tutmak istedim. Bir ölçüde bunu yapabildim de. Kendimi dinlemek, o yolu birlikte yürürken benim içimde olup bitenlere seyirci kalmamak ve bunları ortaya koymaksa benim için zordu. Bana değil karşımdaki insana ait zaman olduğunu düşünüyordum. Ben öyle düşünüyordum da bedenim benimle aynı fikirde değildi. Hızlı nefes alıp vermeler, göğsümün inip kalkmasıyla ve bedenimde/oturuşumda bir katılıkla bana kendimi hatırlatmaya çalıştı. Ama ben bedenimle kendi arama duvarı koydum ve onu duymamayı seçtim. Bitirdiğimiz zaman ancak kendime dönüp bakma izni verdim. Sandım ki onu susturursam karşımdakine daha çok odaklanabilirim. Oysa işler farklı oluyormuş. Bedenimden gelen mesajlara tepkisiz kalmak yerine mesajları farkedip karşımdaki insanla paylaşınca akışın hızlandığını gördüm. O zaman iletişim karşılıklı oluyor ve etkileşime dönüşüyor. Çalışma zemini genişliyor, çoğalıyor. Akış oluyor.

Ben dün akşam; yaşadığım her ilişkide kendimi ortaya koymanın önemini öğrendim. Kendi isteklerimin peşinden koşmak, gerekiyorsa başkalarından talep etmek, varoluşumun farklı boyutlarında kendimi ortaya koyabilmek karşımdakinin zamanından çalmak değil tam aksine ortak alanımızı zenginleştirmeye yarıyormuş. Bir süredir bunun üzerinde denemeler yapıyordum. Geçtiğimiz sene boyunca istediğim bazı tatilleri planlayıp gerçekleştirmek, içinde bulunmak istediğim ortamları seçme iznini kendime verebilmek gibi egzersizler yapıyordum. Birden fazla kişinin dahil olduğu her duruma bunu genelleyebileceğimi hatta büyük bir aksiyon yapmadan sadece duygumu, durumumu paylaşarak da hayatımın iplerini elime alabileceğimi gördüm. Hocamın dediği gibi, karşısındakini düşünen, onun tepkilerini takip eden, isteklerini anlayabilen bir partneri herkes ister. Harika. Peki ya ikili ilişkinin öteki kişisi nerede? Karşındakini anladığın kadar kendini de anlatmak, onun isteklerini karşılayabildiğin gibi kendi isteklerini dile getirmek, beğenilerini paylaşmak yani kendini ortaya koymak ilişkiyi zenginleştirecektir.

Hey Sen! Ben hayatımda yer alan ÖTEKİLERİ mutlu etmeye çalışırken kendi var oluşumu da ortaya koymaya niyet ettim. Duvarları kaldırıp kendimi görmeye, göstermeye niyet ettim. Zeminlerimizi birleştirip daha geniş bir ortak alan yaratırken en iyi BEN’e ulaşabileceğimi gördüm. Ya sen?

Yazının şarkısı: Hey You- Pink Floyd
http://www.lyricsfreak.com/p/pink+floyd/hey+you_20108696.html 

9 Kasım 2010 Salı

GÖKKUŞAĞININ RENKLERİ

Bacaklarımın arkasında ince bir ağrı var. Gözlerim kapanıyor uykusuzluktan. Ayak tabanlarım da ağrıyor. Çok konuşmaktan, belki de koşuştururken terlemekten azcık boğazım da ağrıyor. Ve bedenimdeki bu yansımaların hepsi bana keyif veriyor. Bu ağrı görevimi başardığımı gösteriyor. Ayak tabanlarım; bir neden için çalışıp ayakta durduğumu hatırlatıyor. Bu uykusuzluk bana neşe veriyor. Kendimi çok enerjik, mutlu hissediyorum ve yüzüm de gülüyor.

Hafta sonu içinde bulunduğum bir gönüllü ekiple bu seneki projemizi gerçekleştirdik. Ben 5 yıldır ekibin içinde olsam da her yeni sene ilk günkü heyecanı yaşıyorum. İlk senemizde emekledik, sonraki senelerde ayağa kalkmayı başardık. Şimdi artık koşabiliyoruz. İlk senelere göre daha sistemli çalışmayı öğrendik. Daha kolay organize olup daha emin adımlarla ilerliyoruz. Becerilerimiz doğrultusunda sorumluluklar alıyoruz, gerektiğinde birbirimizin eksiklerini tamamlıyoruz. Hepimiz tek amaç için birleştik. Projeyi gerçekleştirirken her adımından keyif almak, birlikte iş yapmanın tadına varmak amacımız.

Başlangıçta pek yakından tanımadığım bir grup insan vardı. herbirimiz bambaşkaydık. Zaman ilerledi. Sonra o yakından tanımadığım insanlardan bazıları ablam, kardeşim, dostum oldu. Kimi zaman sorunları nasıl çözeceğimizi kara kara düşündük. Bir başka bir toplantıda kahkahalarla çınlattık bulunduğumuz mekanı. Kimi zaman çok yoğunlaştım, “iş temposunun arasında bir de bununla uğraşmak yetti artık” dediğim zamanlar oldu. Yorgunluk ve bıkkınlıkla bir daha görev almak istemediğimi düşündüm.
"Mürettebat farklı yönlere kürek çekiyorsa;
kaptanın limanı görmesi hiçbir işe yaramaz."
J.Q. ADAMS-(Amerika Birleşik devletleri 6. Başkanı)

Ve o an geldi, biz koca bir ekip tek vücut olduk. Biri sağ el, biri sol el, biri beyin, başkası bacak oldu. Hepimiz kürekleri aynı yöne, aynı istekle çektik. Ve limana vardığımızda, her şeyin tamamlandığı an içime dolan o keyif, enerji, ait olma ve bir işi başarmanın mutluluğu önceki tüm yorgunlukların, olumsuzlukların üzerine tipeks çekmişti bile.

İyi bir ekibin performans ölçütü sorun çözme becerisinin yükseklerde olmasıdır. Biz sene boyunca karşılaştığımız pekçok irili ufaklı sorunu çözdük. Zaman zaman karşılaştığımız krizleri iyi yönetebildik. Hepimiz farklı bir renk olduk. Bazen yanyana rengarenk olduk, yol üzerinde kendi rengimizi etrafa yaydık, hedefe yürürken de bir araya gelip beyazı oluşturduk. Ben bu takımın parçası olmayı seviyorum. Ben bir işi başarırken güzel zaman geçirip eğlenmeyi seviyorum. Ben bu proje için çalışırken ekibimdeki hayatıma dokunan insanları tanımaktan dolayı mutluyum.

İnsanın hayatında bir ekibe ait olmasının önemi büyük. Spor yaptığınız bir ekibiniz olabilir. Çalışma ekiplerinde, sosyal veya yardım içerikli ekiplerde yer alabilirsiniz. Her ekip yeni bir şey öğrenmenize vesile olur. Ekip çalışması bir insana güven duymayı da beraberinde getirir. Tıpkı bir yap-bozu tamamlar gibi herkes elindeki parçayı doğru konuma getirir ve yerine yerleştirir. Benim sosyal ekiple yaşadığım bu deneyimim aslında iş hayatına da uyarlanabilir. Ekibin içinde kendini konumlandırmak, ekipteki diğer insanlarla ilişkileri planlamak, arkadaşlık ve iş yapma arasındaki sınırları oluşturmak gibi pek çok önemli deneyimi kazanmak için sosyal ve gönülü ekipleri tavsiye ederim. Gönüllü ekiplerde olunca sonucundaki o manevi tatmin duygusu da bonus oluyor.

Yaşasın bizim ekip : )

Resim: http://allgraphicsonline.com/q/graphics+rainbow/

20 Ekim 2010 Çarşamba

HEM BEYAZIM HEM SİYAH- YİN YANG


Bir şeyin farkına varmak ancak onun kutbu ile mümkündür. Gece olduğunda bir lamba yakarız ve lambanın ışığı ile her yer aydınlanır. Sonra sabah olur, aynı lambanın ışığı hala yanıyor olsa bile görünmez olur. Yani aydınlık; kutbu karanlık olduğunda var olur.  Aynı durumu iç dünyamıza da uygulayabiliriz. Gestalte göre sağlıklı insan içinde kutupları barındırabilen, ve uygun zamanda kutbun her iki ucuna da gidebilen kişilerdir. Kendini kutbun her alanında var edebilen kişi daha esnektir. Kutbun bir ucuna çakılıp kalmak ve öbür ucunu yadsımak yaşantımızda sorunlara yol açar. Çevremizdeki farklılıkları anlamlandırmakta zorlanırız. Kötülük yapan bir yanımız olmazsa iyi insan olduğumuzu nereden bileceğiz? Hatalarımız, başarısızlıklarımız olmasa doğrularımızı, başarılarımızı nasıl ayırt edeceğiz?  Korkak olmasak cesur olduğumuzu nereden anlayacağız?

Yin ve Yang gibi içimde her ikisini de barındırıyorum. Her iyi insanın içinde kötü bir insan da vardır. Gelişim; içimizdeki kötü, tembel, çirkin, şişman, ölü, aptal kutbun farkında olup, onu tanımak ve neden orada olduğunu bilmektir. Ancak onu tanıdıktan sonra iyi, çalışkan, güzel, zayıf, canlı, akıllı olan yanımıza ilerleyebiliriz. Bazen hayatta karşımıza çok zorlayıcı olaylar gelir. Kendimizi başarısız, beceriksiz, aptal, üzgün hissederiz. Aslında bu gelişmek, öğrenmek için bir fırsattır. Yeni bir davranış biçimi deneriz. Negatif kutbumuz bizi daha başarılı, bilgili, mutlu, becerikli hale getirmek için araç olur. Temas ettiğimiz alan genişler.

Ben özellikle iradeli olma konusunda kendimi yetersiz ve hatta bazen beceriksiz hissediyorum. Çevremdeki insanları gözlemleyip onlarda olan ama bende olmayan özellikleri görerek bu karara varıyorum. Kendi değerimi bir başkasının davranışlar üzerinden ölçüyorum. Bu kendimi daha da çok değersiz hissetmeme neden oluyor. Kutbun bir ucuna takılıp kalıyorum. Kendimi başkalarıyla kıyaslamak beni pozitife götürmek yerine negatifte sabitliyor. Nasıl ki bir elma ile bir parfümü kıyaslamak uygun değil ise kendimizi de bi başkası ile kıyaslamak uygun değildir.

Tıpkı masanın üzerinde, gözümüzün önünde duran kalemi göremediğimiz gibi bazen kendi değerli yanımızı fark edemiyoruz. Bunun için karanlıktaki aydınlık gibi, kutbuna ihtiyacımız oluyor. Yeni keşfettiğim ve keyifle kitaplarını okuduğum psikiyatrist Jorge Bucay ( o da bir gestalt terapisti) kitabında bunu çok hoş bir hikaye ile anlatmış.

“ Uzak bir ülkede yaşayan bir köylü varmış. Tahıl yetiştirdiği bir tarlası ile karısının domates yetiştirdiği bir sebze bahçesine sahipmiş. Bir gün tarlasını sürerken toprağın içinde parıl parıl parlayan büyükçene bir taş bulmuş. Bunun çok kıymetli olduğunu hemen anlamış. Taşı satarak yapabileceklerini düşünmüş ama hemen bunun Tanrı’nın bir armağanı olduğunu ve ancak acil durumlarda kullanılabileceğini düşünmüş. Pırlantayı emniyetli olması için karısının domates bahçesinin içine gömmüş, yerini de unutmamak için üzerine sarı renkli bir kaya yerleştirmiş. Karısına da bu sarı kayanın uğur getirdiğini yerinden kımılatmaması gerektiğini söylemiş. Günler geçmiş, kadın çocuklarına bu sarı taşın uğur getirdiğini anlatadurmuş ve çocukları da kendi sarı uğur taşlarını o kayanın yanına yerleştirmişler. Bir gün küçük oğlu bir yeşil taş koymuş. Kadın oğluna o yeşil taşı kaldırması gerektiğini sadece sarı taşların uğur getirdiğini anlatmış. Çocuk buna inanmamış ve babasına sormuş. Babası ona büyük sırrı anlatmış.
-Bu bizim aile sırrımız, kayaların altına bir pırlanta gizledim ve onu korumak için bu kayayı yerleştirdim. Annen süphelenmesin diye uğur taşı olduğunu anlattım. Bu sır sende kalsın ve zamanı gelince sen de kendi çocuğuna aktarırsın. O güne kadar bırak sarı ve yeşil taşlar hakkında kim neye inanmak isterse inansın.
Yıllar geçmiş, ihtiyar köylü ölmüş, oğlu yetişkin olmuş ve onun da çocukları olmuş. İçlerinden biri zamanı gelince sırrı devralmış. Ailenin geriye kalanları sarı taşların şans getirdiğine inanmaya devam etmiş. Yıllar boyunca bu ailenin tüm üyeleri sarı taşlar biriktirmiş. Bahçelerinde dağ gibi sarı taşlar yığılmış. Her nesilde sadece bir kadın ya da bir erkek bu sırrı öğreniyormuş.
Bir gün neden olduğu bilinmez,  sır kaybolmuş. Ya sırrı bilen kişi aniden ölmüş, ya bu hikayenin uydurma olduğunu düşünüp gereken önemi vermemiş.
O zamandan beri kimileri taşların uğuruna inanmaya devam etmiş, kimileri de bu saçma geleneği sorgulamış. Ama kimse bir daha orada gömülü olan pırlantayı anımsamamış….”

Hepimiz bir pırlantayız. Kimi zaman başarısız, kötü, siyah,yalancı olsak da onun zıttını/kutbunu içimizde taşıdığımızı hatırlayıp onu taşların altından çıkartmaya çalıştığımızda değer kazanıyoruz. İçimizde saklı olan beyazı, iyiyi, hazineyi ancak kendimiz gün ışığına çıkartabiliriz.

Kitap: Bırak Sana Anlatayım- Jorge Bucay- Butik Yayıncılık
Haziran ayında bahsettiğim "Gözü Açık Sevmek" adlı kitap da onun.
http://cellabencuya.blogspot.com/2010/06/iyi-ki-varsin.html

13 Ekim 2010 Çarşamba

Görünmez İplerle Bağlıyız!

Uzun süredir beslenmeme dikkat etmiyordum. Tatiller, yaz gezmeleri derken ne yediğimin pek farkında olmuyordum. Geçtiğimiz hafta artık daha özenli beslenip, bedenime giren gıdaları seçmeye karar verdim. Ve bir beslenme uzmanı ile görüştüm. Yağ-kas-kilo ölçümlerimi yaptı. Bildiklerimi doğruladı. Evet! Bir miktar yağ azaltmam gerekiyor.

Biraz bedenin sisteminden bahsetti bana. Vücut sisteminin ana yakıtı enerji. Bedensel fonksiyonlarımızı enerji yakarak sürdürüyoruz. En basit olarak enerjiyi karbonhidratlardan sağlıyoruz. Gelen karbonhidrat bedenin içinde enerjiye dönüşüyor. Kullanılmayan enerji ise bedenimizde yağ hücreleri içinde biriktiriliyor. O yüzden sabit bir kiloda kalmak için ya aldığımız kadar enerjiyi yakmak ya da daha az enerji almak gerekiyor. Daha az enerji almak için karbonhidrat alımını limitlediğimizde vücut fonksiyonları tabi ki durmuyor, sistemin bir elemanı olan karbonhidrat eksilince vücut yerine yeni bir yakıt bulmaya çalışıyor. Yağ hücrelerinin içinde stoklanmış olduğu enerjileri kullanmaya başlıyor. Böylelikle yağ hücrelerinin içleri boşalıyor ve yağ hücreleri küçülüyor. Tabi dolayısıyla beden inceliyor. Yani sistemin bir elemanı değişince sistemin tamamında bir farklılık meydana geliyor.

Sistem teorisi özellikle aile terapilerinde çok yararlanılan bir yaklaşımdır. Bedenimi bir sistem olarak değerlendirince biraz eski aile terapisi eğitimleri notlarımı karıştırdım. Kitapçıda da konuyla ilgili ilginç ve kolay okunan bir kitaba rastladım. Bir İlişki 50 Günde Nasıl Kurtulur? isimli kitap birbirini seven ama sorunlar yaşadıkları için evlilikleri bitmenin eşiğine gelen bir çiftin terapi sürecini anlatıyor. Kitabın içinde bir yerde “Bir şey değişir her şey değişir” sloganına yer verilmiş. Aynı zamanda bir eğitim vakfının da sloganı olan bu cümleyi de sistem teorisi çerçevesinde kendi örneğime ilişkilendirdim. Ben bedenimin sistemini oluşturan her unsuru aynı tutarsam hiç değişmeden kalırım. Ben bedenime giren karbonhidrat miktarını farklılaştırırsam her şey değişir. Enerji depoları devreye girer ve uzun bir süre devam edince hatta bedenimin şekli bile değişir, incelir. Ben spor yaparsam sistemin daha çok enerjiye ihtiyacı olur. Kilo alıp/verme gibi çok sıradan sandığım bir alanda da sistem teorisinden faydalanabiliyorum.

Tıpkı mekanik bir saat gibi işler sistemler. Çarkların hepsi birlikte dönmeyi sürdürdüğü zaman saat çalışır. Çarklardan biri bozulur ve dönmeyi bırakırsa saat bozulur. Yani sistemi oluşturan her parça sistem içindeki görevini tam olarak yerine getirirse ahenk ve huzur oluşur.

Kitabın yazarı sistemin içindeki görevlerimiz hakkında şöyle bir tanımlama yapmış: Düştüğümüz en büyük hata hep aynı şeyleri yaptığımız halde farklı sonuçlar beklememizdir. Hem yeme/hareket etme biçimimde bir farklılık yapmayıp hem de neden yağlarım erimiyor, neden zayıflamıyorum diye sormam çok yersiz olur. Davranışlarımın sorumluluğunu alıp, yediklerimin sistemdeki etkisini farkettim. şimdi sıra sistemde fark yaratmakta/dünyayı değiştirmekte  : )

Herkes dünyayı değiştirmeyi ister ama kimse kendini değiştirmeyi düşünmez.
Leo TOLSTOY

Hepimiz çeşitli alt sistemlerin parçasıyız. Birbirimize görünmez iplerle bağlıyız. Birimiz her zamankinden farklı bir şey yapsak öbürümüz etkilenir. Kitaptaki kadın ve adam mesela; birbirlerini seviyorlar ama zaman içinde davranışları bu sevgiyi iletmez hale geliyor. Daha çok birbirlerini iğneleyici ve kırıcı davranmaya başlıyorlar. Mutsuz bir ilişki pekiştiriyorlar. İkisi de aynı kalsaydılar belki de boşanacaklardı. Ama değişime kapı açtılar. Yaptıkları davranışın hangi amaca hizmet ettiğinin farkına varıp eşine olan sevgisini ileten yeni davranışlar geliştirmeye başladıkları zaman onların sistemi de farklılaştı.

Kitap: Bir İlişki 50 Günde Nasıl Kurtulur? Ebru Tuay Üzümcü- Remzi Kitabevi

15 Eylül 2010 Çarşamba

MUTLULUK

Chagall- I and the Village- MOMA Kolleksiyonundan J


Harika bir tatilden geldim. Yakın bir arkadaşımla New York’ta bir hafta kaldık. Sabahın erken saatlerinde başlayan günlerimiz gece yarılarına kadar devam etti. Yürümediğimiz sokak kalmadı. Bazen ayaklarımızın ağrısından ağlayacak gibi olduk, çok yorulduk. Köprüyü yürüyerek geçtikten sonra yorulan ayaklarımı Caddebostan sahilini andıran Brooklyn parkında dinlendirdim. Televizyonda izlediğim ünlü ahçı Jack Torres’in dükkanında çikolata yedim. Hayran olduğum ressamların tablolarının karşısında durdum. Carrie’nin evinin kapısında resim çektirdim. Empire State binasının tepesinden gecenin ışıklarını, şehrin etkileyci silüetini izledim. Heyecandan nefesimi kesen bir dans gösterisine katıldım, onlarla dans ettim, terledim, büyülendim. Tiyatroya, bisiklet turuna ve pek çok yere koştura koştura, kan ter içinde ucu ucuna yetiştim. Çok güldüm, kahkahalar attım. Ağır valizler taşıdım. Az uyudum. Çok yoruldum. Çok mutluyum.
Mutluluk ne kadar güzel bir duygu. Peki nasıl, nereden geliyor bu mutluluk? Nedir bu mutluluk denen şey? Bunları düşünerek dönüş uçağıma ilerlerken kenardaki hediyelik eşya dükkanında bir kitapla karşılaştım. Bir psikiyatr; mutluluğun ne olduğunu keşfetme yolculuğunu anlatıyordu.

TDK (Türk Dil Kurumu) mutluluk kelimesini  “bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan doğan kıvanç durumu- istek ve eğilimlerin tam bir uyumu ve doygunluğu” olarak tanımlamış.

Ekşisözlükte; lisamariesimpson adlı yazar mutluluk için şöyle bir tanımlama yapmış: “insanın göğüs kafesinde gaz kütleleri (kıpırkıpır olma- içi içine sığmama) hissetmesi şeklinde vücuda yansıması vardır. Sanırsınız ki biri kalbinizde maden suyu açtı, yetmedi bi' de o maden suyuna efervesan attı.”

Ne kadar hoş bir fiziksel tanımlama. Bedenimizin verdiği tepkileri tanımak, takip etmek duygularımızı anlamlandırmak için büyük önem taşır. Bu tepki bazen bir ağrı bazen bir baloncuk istilası olabilir. Dinlemek ve anlamaya çalışmak lazım. Bu sabah, uyuya kaldığım için evden aceleyle çıktım. Dolmuşa bineceğim yere kadar yürümeyi canım hiç istemiyordu. Taksi arandım bulamadım, neyse artık deyip tam iki adım atmıştım ki bir ara sokaktan DOLMUŞ çıktı karşıma. J İşte bu karşılaşma sırasıda benim de kalbime bu maden suyunun içinde eriyen efervesan tablet kıvamında bir baloncuklanma oldu. Mutlu oldum. Mutluyum.

Etrafımdaki insanları inceliyorum. İnsanların ne zaman mutlu, daha mutlu veya mutsuz olduğunu anlamaya çalışıyorum. Bütün özlemlerine eksiksiz ulaşanlar mı en mutlu olanlar? Pek çoğumuz diyoruz ki: “Bir evim olsa, bir aile kursam, iphone alsam, konsere gitsem, biraz kilo versem, daha çok maaşım olsa, yurtdışına gitsem, alışveriş yapsam, bir maça gitsem … çok mutlu olacağım.” Mutluluğu arayıp duruyoruz. Mutluluk acaba tatmin hissetmekle aynı şey mi? Yani araba almasam, aile kurmasam, kilo vermesem, tatile gitmesem, alışveriş yapmasam, maça gitmesem, maaşım az olsa …. mutsuz mu olmam gerekiyor mutlaka?  Ya da mutluluğumu bu beklentiler gerçekleşene kadar hep ertelemem mi gerekiyor? Bunlar olmazsa hiç mutlu olmayacak mıyım?

Mutluluk kavramını, isteklerin tatmin edilmesi ve beklentilere ulaşılması olarak tanımlayınca o zaman mutluluğu hep bir koşula bağlamış ve ötelemiş oluyoruz. Mutluluk hep bir sonraki durakta bizi bekliyor. Mutluluk bir amaç, varılacak bir durak oluyor. Eğer istekler karşılanır, tatmin edilirse mutlu olunuyor. Karşılanmazsa da tam aksi mutsuz olunuyor. Yok, sevmedim ben bu tanımlamayı. Mutluluk tatmin ile aynı şey değil bence. Hayat; anlardan ibaret. Hayat; bugün. Hayat; şimdi olduğumuz durakta. Henüz hiçbir istek gerçekleşmemiş bile olsa yürüdüğümüz o yol; hayat. Mutluluk da duraklar arasındaki yolculukta bize eşlik eder. O yüzden mutluluğu uzakta aramak yerine içime dönüp bakıyorum. Benim için mutluluk; bir dolmuşla istenen anda karşılaşmam, güneşli havaya uyanmam, keyifli tatilden dolayı ayaklarımdaki yorgunluğu hissetmem, sevdiğim insanlarla olmam; çocuklarla oynarken kahkahalar atmam ya da sipariş ettiğim salatanın istediğim gibi gelmesi olabilir. Çünkü ben mutluluğumun yerini biliyorum.

Yazıyı göndermek üzereyken internette mutluluk üzerine bir hikayeyle karşılaştım.

MUTLULUK NERDE?
İnsanoğlu mutluluğu hep hor kullanıyormuş. Hep şikayetçi, hep bıkkınmış. Bir gün melekler mutluluğu saklamaya karar vermişler. "Saklayalım, zor bulsunlar. Zor buldukları için belki kıymetini bilirler" diyerek, başlamışlar tartışmaya. Sorun büyükmüş. Mutluluğu saklamak kolay değilmiş çünkü. Kimisi:"Everest'in tepesine saklayalım" demiş, kimisi: "Atlas Okyanusunun dibine" demiş. "Tac Mahal'in kubbesi, Mekke sokakları, İtalyan sofrası, bir hastanenin yeni doğan odası, dondurma külahı, şarap şişesi,sigara paketi, lale bahçesi..." Pek çok yer düşünmüşler ama hiçbiri yeterince zor gelmemiş. Derken meleklerden biri "İÇLERİNE SAKLAYALIM" demiş. "Kimsenin aklına gelmez içine bakmak"  İşte o gün bugündür mutluluk insanın kendi içinde saklıymış.

Kitap: Hector and the Search for Happiness- François Lelord- Penguin Books

27 Ağustos 2010 Cuma

HERKES YARATICIDIR…

Okuduğum “Herkes Yaratıcıdır” isimli kitap beni düşündürdü. Kitapta yaratıcılık ve başarı üzerine pek çok kısa hikaye var.  Bir tanesi en çok aklımda kalan oldu.


               DIŞARIDAN GELEN SESLER
“Kurbağaların yarışında hedef bir kulenin tepesidir. Yarış; izleyici kurbağaların, yarışmacılara asla başarılı olamayacaklarını, o kulenin tırmanılamaz olduğunu bağırışmalayla başlar. Gerçekten de yarışmacı kurbağalar birer birer yarıştan çekilir. Tek bir kurbağa kalır. O hiç yolunu değiştirmeden zıplamaya devam eder ve başarılması imkansız denileni başarıp kulenin tepesine varır. Çünkü o kurbağa sağırdır.”

Kendi korkularımız, dışarıdan gelen seslerle birleşince katmerlenir ve engele dönüşür. İşte o yüzden başarmak için bu korku dolu seslere sağır olmak gerekir. Kendimize koyduğumuz engelleri, etrafımızda var olan dış engelleri farkedince başarılı olma ihtimali artar. Çünkü o engeller yaratıcılığı, yeni şeyler üretme enerjisini ketler.


Impossible(olanaksız) denen şey aslında bizim onu nasıl okuduğumuzla ilgilidir. Dışarıdan gelen “yapamazsın, beceremezsin, bu iş olmaz” söylemlerine kulağımızı kapatabilirsek, kendi gücümüze inanırsak küçük bir kelime oyunu ile aynı kelimeyi I’m Possible (olanaklıyım) olarak okuyabiliriz.

Hepimizin hayatında pek çok başarısızlıkları ve hataları olmuştur. Ben kendi adıma hatalardan payımı aldım. Bunların bazıları özel hayatımda yaptığım sosyal hatalar, bazıları da iş hayatında yaptığım somut hatalardır. Farkettim ki hata yapma fırsatım olan alanlarda daha çok gelişmiş ve daha başarılı olmuşum. Edindiğim tecrübeler önce beni yıldırsa da uzun vadede başarıya ulaşmama yardımcı olmuş.  Çevreden gelen olumsuz yorumları duymamak, girişimlerim başarısız sonuçlansa bile pes etmemek, yeni fikirler geliştirmeyi sürdürmek, daha çok denemek başarıya giden yol olmuş. Bazen herkese anlamsız görünen bir adım bambaşka sonuçlara götürebilir. İşte bu; yeniyi denemektir, yaratıcılıktır.

Bugün biraz hüzünlüyüm. Yaşam/Ölüm kavramlarını sorguluyorum. Hayatta kalmak nasıl becerilir onu düşünüyorum.Yok, yok! Öyle 100 yıl ve fazlası yaşayarak hayatta kalmak değil benim kastettiğim.  Gustave Flaubert Madame Bovary ile, Klimt The Kiss tablosuyla, Gaudi La Sagrada Familia ile  hayatımızda kalıcılığını sürdürüyor. Yaratıcı insanların dünya üzerinde enerjisi tükenmiyor. Hayatları son bulsa da onlar hayatta kalmayı sürdürüyor.

Ben başarılı olmak, yaratmak, yarattıklarımla hayatta kalmak istiyorum. Benden sonra da hatırlanacak neşeli hikayelerimle, ağızdan ağıza dolaşan fikirlerimle, birinin kahkahasında, bir başkasının özleminde, öbürünün okuduğu kitapta hayatta kalmak istiyorum.

Kitapta, duygular hakkında kısa bir şiir koymuşlar.

Duygular sürekli olamazlar.
Onlar hareket ederler.
Bu nedenle onlara duygu denir. (Emotion)
Birinden diğerine sen sürekli hareket edersin.
Şu an üzgünsün sonraki an mutlusun(….)
Bu böyle sürer.

Evet! Bu böyle sürer.

Kitap: “Herkes Yaratıcıdır” Solmaz havuz-Sevil Bremer, Cinius Yayınları 2010

Diğerini Facebookta dolaşan resimlerden aldım. 

13 Ağustos 2010 Cuma

HAYAL ET



Ben kıvırcık saçlı kadınlar tanıyorum. Onlar tanıdığım başka insanlara benzemiyorlar. Kurallara uymayı pek sevmiyorlar. Kendi kurallarını yazıyorlar. Kendi ayakları üzerinde durmak istiyorlar. Özgür ama ailesine bağlı, yerleşik ama aklı bir karış havada olmayı seviyorlar. Bu kadınlar hayatı doya doya yaşamak istiyorlar. Onlar kimsenin gitmediği yoldan yürümeyi seçiyorlar. Bazen yolda engellerle karşılaşınca hata yaptıklarını farkediyorlar ama yılmadan, ders alıp yola devam ediyorlar. Yeni çözümler üretip gelişimin peşinde koşuyorlar. Ne olursa olsun; mutlu olacağı hayatı hayal etmeye devam ediyorlar ve onu yaşıyorlar.


Küçük bir kızken, o kıvırcık saçlı kadınlardan olmayı hayal ederdim. Kendi ayaklarının üzerinde duran, toplumla uyumlu ama bir o kadar da farklı ve kendi kalabilen biri olmayı hayal ederdim. Zorluklarla baş edebilen, kimi zaman gülüp geçen, kimi zaman çok üzülen ama yine de ayakta kalabilen kıvırcık saçlı bir kadın olmayı hayal ederdim. Hem demir kadar sağlam kalıp hem de duygularıyla eğilip bükülebilen biri olmayı hayal ederdim. Bu hafta farkettim ki artık ben de onlardan biriyim. Büyüdüm ve hayal ettiğim kıvırcık saçlı kadın oldum. Tabi o kıvırcık saçlı kadın olmanın bir bedeli de varmış. O zamanlar bunu bilmezdim şimdi öğrendim.

Hayal ettiklerimi düşündüm. Hayatımın ne kadarının kendi hayal ettiklerimden oluştuğunu farkettim. Çevremdeki insanları gözlemledim. Hepimiz kendimiz için farkında olmasak da hayal ediyoruz. Nasıl bir ev istediğimizi, nasıl bir aile istediğimizi, gideceğimiz tatilin nasıl geçmesini istediğimizi, ne tür bir işte çalışmak istediğimizi hayal ediyoruz. Bu haftaki arkadaş sohbetlerimizde sıklıkla “hayalinde canlandırmak” (Visualize) kelimesi dolandı.
Kimi insanlar içindeki gücün farkındalar. Hayatı için güzel, olumlu şeyler hayal ediyorlar. Yeterince hayal ederlerse, hayatın onları olduracak yönde akışa geçeceğini biliyorlar. Bazı insanlar ise içindeki gücün hiç farkında değiller. İki lafın birisi olumusuz oluyor. “vallahi düşüp bayılacam, ay bu adam beni hasta edecek, korkunç bir işte çalışıyorum, zaten benim başıma hep aksilikler gelir, bizim ailede herkes şeker hastası kesin bende de olur” gibi cümleler çıkıyor ağızlarından hep. Bu tür insanlar ise ne yazık ki hayatın akışında bilinçsizce hayal ettikleri olumsuzlukları gerçek haline getiriyorlar. Aksilikler onları buluyor, hasta oluyorlar, işlerinden mutsuz oluyorlar. Çünkü her şeyin yolunda gittiğini, sağlıklı olduklarını hayal etmiyorlar. 

Birkaç akşamdır uykuya dalmadan önce hayatımda olmasını istediğim şeylerin görüntülerini yaratmaya zaman ayırıyorum. Tıpkı örgü ören bir kadının ilk ilmeği attığı zaman; yapacağı hırka, bere ya da atkının şeklini gözünün önüne getirmesi gibi ben de hayatımda olmasını istediklerimi ilmek ilmek hayal ediyorum. Biliyorum ki her yeni ilmekte zihnimdeki o imaja biraz daha yaklaşıyorum. Hayatımda ne olmasını istiyorsam, kendimi hangi resmin içinde görüntülüyorsam o hayatı oluşturuyorum.

Biraz önce kova burcu için haftalık bir yorum okudum. Kısa bir alıntı yapmak istiyorum.

 “Bu hafta; hayatına getirdiğin görüntüler ve kendini çevrelediğin imajları seçerken daha proaktif ve bilinçli olmak için mükemmel zaman. Hayalgücünün getirdiği görüntü akışını yönlendirmeye önem ver….Kendine bir iyilik yap ve olabildiğince etrafındaki güzellikleri fark et. Çöplüklerin üzerinde güzel bahçeler, çatık kaşlı insanlarda enteresan suratlar hayal et…..”

Bu sabah; hayal etmenin gücüne inanan ve hayal edebilen kişilerden biri hayaline kavuştu. Tebrikler ve Dünya’ya hoş geldin Karla.

Hayal etmeye devam…

29 Temmuz 2010 Perşembe

RAFLARDAKİ KİTAPLAR

Geçen gün bir arkadaşımla 88 yaşındaki dedemi ziyarete gittik. Balkonda otururken 25 yıl öncesine döndüm. Dedemin Caddebostan’daki yazlık evi bana çocukluğumu hatırlattı. Kuzenim ve kardeşimle birlikte kendi evimizden bisikletle kestirme yollardan anneannem ve dedemin yazlık evine gidişimiz, kayıkla denize açılmamız, bahçelerde gizlene saklana macera oyunları oynamamız aklıma geldi. Kardeşimle evden çıkar, önce teyzemlere uğrayıp kuzenimle buluşur ve oradan merkez ofis olan anneannemlerin evine giderdik. Yol üzerinde benim ilgimi en çok çeken ise kitapçılar olurdu.



Benim çocukluğum kitaplarla geçti. Ben hep okumayı çok sevdim. Çocuk klasiklerinin yenisi basıldığı hafta alırdım. Enyd Blyton’un Afacan Beşler, Gizli Yediler ve diğerleri  elime geldiği gün biterdi. Kitap dayanmazdı bana. Plajyolu sokağındaki kitapçıya her gün yeni çocuk kitabı gelmiş mi diye sormak için uğrardım. Sokağın köşesinde bir gazete kulübesi vardı. Her gün geçerdik önünden. Bazen bisikletle, bazen koşarak. Hem oyuncak, hem gazete satardı. Benim asıl ilgimi çeken ise yerde bir örtünün üzerine sermiş olduğu; sayfaları sararmış ikinci el Tommiks, Teksas, Zagor, Kızılmaske vb serileriydi. Her gün bir tane alır, arkamdan kovalayan varmış gibi hızlıca okur ve ertesi gün gururla gidip onu bir başkasıyla değiştirirdim.

Odamdaki kütüphane dolup taşardı. Kitaplarıma hiç kıyamazdım. Hepsini saklamak isterdim. Büyüdüğümde de değişen bir şey olmadı. Evet ben bir kitap kurduyum. J  Hala her yere çantamda bir kitapla gidiyorum. Genelde kitap bir hafta elimde kalır, çok kalın olan ya da konusu bana uymayan kitaplar ise biraz daha sürünür yanımda. Sonunda hepsi kütüphanemdeki yerini alır. Bazıları referans kitap gibi kullandığım mesleki kitaplardır. Onlar benim "kıymetlilerim"dir. Zaman içinde yeniden dönüp bakarım mutlaka. Bazıları sevdiğim yazarların kitaplarıdır. Yeniden bakmam ama atmaya da kıyamam onları. Orada olduklarını bilmek iyi gelir bana. Chick-lit, renkli kapaklı kitaplarım ise geçici yerlerini almıştır ama yer sorunu yaşanmaya başladığında ilk gönderilecekler arasındadırlar. Bazı kitaplar alınmıştır ama bir türlü okunmamış yeniler olarak bekleyenler rafında kalır uzun bir zaman. Hayatımdaki bir değişim, karşılaştığım yeni bir durum ya da bazen bir tesadüf sonucu okumaya karar veririm onları. Okunan kitap kütüphanemde farklı bir rafa geçer.

Dönem dönem birkaç kitap başucu kitabım olur. Onları kütüphane kaldırmaya içim elvermez, sürekli gözümün önünde olsunlar, yatmadan önce bir iki sayfa okuyayım, kahvaltı ederken bir sayfasına göz gezdireyim isterim. Birkaç kez okunmuştur onlar ama gelip geçerken kapaklarını görmek bana iyi gelir. Tıpkı bardaktan su dökülünce bir anda suyun etrafı kaplaması gibi onlar da benim zihnimi kaplar. Sadece o kitabın kapağını görmek bile içindeki tüm bilginin hatırımda kalmasına yardımcı olur. Bu kitaplar hayatımın içindedir. Evimin dağınıklığı olarak kalır ve sevilirler. 

Dün akşam hayatımdaki arkadaşlarımı düşünüyordum. Uzun zamandır haber almadığım birini hatırladım. Farklı yönleri olduğunu yeni keşfettiğim bir tanesini, hayatımın bu aşamasında çok paylaşacak şey bulamadığım birini, biraz uzak kalmak istediğim birini, biraz daha yakın olmak istediğim birini hatırladım. Arkadaşlarımın da kitaplarım gibi olduklarına karar verdim. Bazı arkadaşlarım kütüphanemin temel taşı, referans kitaplarım gibi. Bazıları ünlü yazarların unutumaz eserleri gibi hayatımda hep olmasını istediğim değerli koleksiyonum. Bir de çok keyif veren, birlikte zaman geçirmesi harika olan renkli kapaklı arkadaşlarım var. Bunlar bazen bir tatilde tanıştığım biri, bir kurs ya da benzeri bir kısa süreli keyfi paylaştığım biri ya da bir arkadaşımın arkadaşı olarak benim hayatımda kısa bir dönem yer almış biri olabiliyor. Bazı arkadaşlarım zaman içinde yer değiştirir. Bazıları orada durur ama hiç okunmamış/yaşanmamıştır. Hayat akışında bir yerde yaşanan bir olay sonucunda onunla da yolumuz kesişir ve kütüphanemde farklı bir rafa geçer. Kimi dostlarımla yaşamlarımız benzediği için sürekli bir arada oluruz. Tıpkı evimin dağınıklığı olan, sürekli açıkta kalan kitaplarım gibi o kişi de hayatımın sürekli içindedir. Ama bir zaman gelir ki ya ihtiyaç tamamlanır ya hayat biçimi değişir o da kütüphanedeki farklı bir rafta yerini alır.

Hayatımdaki insanlar da kütüphanemdeki kitaplar gibi. Bir dönem hayatımın birinci rafında olan biri farklı bir zamanda bir başka rafa geçer. Bazılarıyla yollarımız ayrılır, bazılarıyla farklı zamanlarda yeniden birleşir. Değişen ilgiler, ihtiyaçlar, yaşam olayları sonucunda raflar arasında değişimin olması, bu hareketlilik bana sağlıklı geliyor.  Takılıp kalmaktansa, kaybolanlara, umduğumdan farklı çıkanlara kızmaktansa yeni duruma uyum sağlamak… 





11 Temmuz 2010 Pazar

BİR AĞRI HİKAYESİ


“Buradayım. İnce bir sızı bırakıyorum. Yürümeye çalışınca beni hissediyor. Farklı bir yöne bakmak istediğinde yine beni hissediyor. Sanki ince bir iple çeker gibi yukarıdan aşağıya kadar canını acıtıyorum. Ben onun planlarını bozdum. Yapacaklarını ben varım diye ertelemek zorunda kaldı. Buradayım, ben canım isteyince giderim. Ben Cella’nın boynundaki ağrıyım. Bu sabah, onu ben uyandırdım. Sağa-sola-geriye rahat bakmasına engel oluyorum. Attığı her adımında beni hissediyor. Beni hatırlasın ki adımlarını farkında olarak atsın. Özenle, hassas adımlarla ilerlesin. Benim farkımda olsun. Yoksa canını acıtırım.”


Gestalt teorisinde bedeni dinlemek çok önemlidir. Beden bilinçaltımızda var olan ve henüz farkında olmadığımız, dile getiremediğimiz düşünce ve duygularımızı kendi dilinde bize anlatmaya çalışır. Bazen bir ağrı ile, bazen bir kaşıntı ile ya da farklı bir hastalık ile kendini hatırlatır. Herhalde benim bu sabah boynumun tutulmasının da bir sebebi vardır. O yukarıdaki gibi konuşadururken ben onun neden geldiğini düşünmeye başladım bile. Boynumun tutulması bana ne anlatmak istiyor olabilir ki?! Aklıma sabah uyanmadan hemen önce gördüğüm rüya geldi. Onunla bir ilgisi olabilir mi acaba? Çok kısacık, fazla unsur içermeyen, bir tek sahneden oluşan bir rüya ama bu tutulmayla bir bağlantısı olabilir diye düşündüm.

Sabah gözümü açtığımda hala o anda gördüğüm rüyanın etkisindeydim. Rüyamda kendim için çok imkânsız olduğunu düşündüğüm, en olmaz dediğim, asla hayatımda olmasını istemeyeceğim bir durumun içindeyim. Nasıl olduysa; normal şartlarda çirkin, anlamsız bulduğum, istemediğim bu durumda olmayı rüyamda kendim seçmişim. Zorla değil tamamen kendi isteğimle bunu yaşıyorum. Şaşırtıcı biçimde, gerçek hayatımda olmasını istemediğim bu durum, rüyamda benim için çok olumlu sonuçlanıyor. Uyandığımda; hem şaşkın hem de mutluydum.

Louise Hay’in ‘Düşünce Gücüyle Tedavi’ kitabı sıklıkla başvurduğum bir kılavuzdur. Boyun tutulması için ne dediğine baktım. Boyun; esnek olmayı ve arkada nelerin olup bittiğini görmeye yeteneğini temsil ediyor. Boyundaki bir tutulma; inatçılık, esnek olmama ve sorunun diğer yanlarını görmeyi reddetme anlamına geliyor. Yani ben yeniliklere açık olmadığımda, benim için iyi olduğunu düşündüğüm şeylere körü körüne bağlı kaldığımda, fikri sabit olduğumda fikirlerim katılaştığı gibi boynumda katılaşabilir.

Rüyamda ben en olmaz dediğim bir durumun içindeyim. Normalde sağını solunu arkasını kurcalayarak “ay yok asla olmaz, bana uymaz” diyeceğim bir durumu rüyamda kabul ettim. Çünkü sağına-soluna, ötesine-berisine bakamadım. Çünkü boynum tutuldu ve beni engelledi. Çok tezat gibi görünüyor ama sanırım uyandığımda boynumda olan tutukluk ve rüyamda düşüncelerimde var olan esneklik arasında paralellik kurup bu konuyu düşünmem için bir haberciydi boynumun tutulması. Gerçek hayatta olsa asla yapmayacağım bir şekilde davranarak rüyamda esneyebildim, yeni bir şey denedim. Ve bu benim için olumlu sonuçlandı. Yani bazen görünenin ardına bakmaya gerek olmayabilir. Çok sağa sola bakmadan, önüne nasıl geldiyse o şekilde yaşanabilir. Aslında tezat da burada.

Mesaj; her zaman yaptığından farklı bir şey dene bu sefer!!!

"Ben bunu yapmam, ben bunu giymem, ben bunu okumam,bu işi bu şekilde yapmam" mı diyorsun? Denemem dediklerine bir şans tanı. İşinde, sosyal hayatında, ailenle ilgili bir durumda her zaman yaptığından farklı bir yolu denemeyi seç bu sefer.
Her zaman çok mu didikliyorsun? Ön yargılı mı oluyorsun?  O zaman bu kez bırak tüm ön yargılarını, hayatı önüne geldiği gibi yaşa.  Her zaman çok mu sorgusuz sualsiz geleni kabul ediyorsun? O zaman bu kez biraz soru sor, enini boyunu araştır. Yani her zaman yaptığından farklı bir şey yap, esnek ol, bu sefer de öbür yanından yaşamayı seç.

Boynum hala ağrıyor ve başka yönlere bakmamı engelliyor. Bedenimin bana verdiği mesajları dinlemeye açığım. Size de tavsiye ederim.

28 Haziran 2010 Pazartesi

BENİ ARARKEN...


Seda Diker’in Beni Ararken” isimli kitabının son sayfasını az önce kapattım. Kısmen kendi hayat hikayesi, kısmen de kendi danışanlarının hikayelerini harmanlayarak bir roman yazmış. Kitapta; paralel evrenler, geçmiş hayatlar ve bunun gibi kavramların yaşamdaki örneklerini anlatıyor.  Çok fazla bilgi sahibi olduğum bir konu değil. Ama çok ilginç. Paralel Evrenler teorisini ilk kez Amerikalı fizikçi Hugh Everett ortaya atmış. Teoriye göre; hayat boyu pek çok seçim yapıyoruz ve her seçimimizde evren çatallara ayrılarak paralel evrenler yaratıyor. Yani seçimlerimiz bizim hangi hayatımızda yaşayacağımızı belirliyor. 


Biraz karmaşık bir konu. Kimileri gerçekliğine kimleri de bunların kafayı çizdirmiş insanların uydurmaları olduğuna inanıyor. Ben de kitabı okurken kendi yaşadığım olayları gözden geçirdim. Gerçekten de hayatımda ben ne seçersem onu yaşadığımı farkettim. Yani ben yaptığım seçimle hangi gerçekliği yaşamak istediğime karar veren kişiyim. Dolayısıyla ne seçersem onu yaşıyorum.

Geçtiğimiz gün gazetede bir haber okudum. İnsanın inanmayı seçtiği şeyin onun gerçeği olduğunu çok iyi anlatan bir örnek. “Polonya'daki Lodz kasabasından çıkan tren, dükkanlara dondurma dağıtır. Görevlilerden ikisi, dondurmaları dükkana taşımak için dondurma dolabının içine girer. O sırada dolabın kapağı kapanır ve içeride kalırlar. Dolabın kapağına vururlar ama onları duyan kimse yoktur. Öleceklerini anlarlar ve sürekli kendi kendilerine "Donacağız,donacağız..." diye mırıldanırlar. İçlerinden bir tanesi kağıda donma aşamalarını yazmaya başlar. "Önce tenimde karıncalanma hissetmeye başladım. Şimdi ayak parmaklarım uyuşmaya başladı… Yavaş yavaş tenimiz donmaya başladı, artık dayanamıyoruz." Ve sonunda donarak ölürler. Akşam onları orada bir kasabalı bulur ve polise haber verir. Olay yerine gelen polis otopsi sonucunda adamların donarak öldüklerini belgeler. Ancak ilgi çekici bir durum vardır. DOLAP SABAHTAN BERİ ÇALIŞMIYORDUR.

Sirklerde cam kırıkları üzerinde yürüyen, demir çiviler üzerinde rahatça uyuyan, ağzına kılıçları sokup çıkartan insanlar görürüz. İşte aslında bu deneyimlerin hepsi aynı noktada birleşiyor. İnanmayı seçtiğin şey senin gerçeğin oluyor.

Ayşe Arman Mayıs ayında yayınlanan bir röportajında ateşin üzerinde nasıl yürüdüğünü anlatmıştı. Bana çok imkansız gibi geldiği için heyecanla okudum. Dünyaca ünlü bir motivasyon konuşmacısı olan Priya Kumar’la görüşmüş ve kendisi de ateşte yürümeden önce Priya’ya  ateş üzerinde yürümeden önce insanları nasıl hazırladığını sormuştu. Priya; ateşte yürüyecek insanların; önce korkularıyla yüzleşmelerini istiyor. Korkularını alıp önlerine koyuyor ve onlara: “İnandığınız şey, sizin gerçeğiniz olur” diyor. “Isı kaç derecede olursa olsun, sizi yakacağına inanırsanız yanarsınız.”   Çalışmayan buzdolabında donacaklarına inandığı için donan adamlar ya da cayır cayır yanan ateşte yanmadan yürüyen insanlardan olmayı seçebiliriz.

Pekçok kişisel gelişim kitabında; “önce hayatında olmasını istediğin değişime inan, sanki o değişim gerçekleşmiş gibi hissetmeye başla” diyor. Bir şeye kuvvetle inanınca ona sahip de olabiliyorsun. Önce inan ve sonra inanmayı seçtiğin şey senin gerçeğin olsun.  Elbette; her seçim kendi başına değerlendirilir. Bir seçimi bir kere yaptım diye hep orada kalmak zorunda değilim. İnanmayı seçtiğim bir gerçeği bir başka zaman diliminde değiştirme özgürlüğüne de sahibim. Örneğin, ilk aşk ilişkisinde üzülen bir kadın erkeklere güvenilmeyeceği fikrine inandı. Yeni ilişkilerinde seçimlerini hep bu inanç doğrultusunda yaptı. Ve bunu hayatına genelledi. İnandığı şey onun gerçeği oldu ve bütün ilişkilerinde erkeklere güvenmemeyi seçti. Oysa paralel evrende yaşayan bir başka o, bunun o duruma özel bir sonuç olduğunu bildi, hayatına genellemedi ve mutlu ilişkiler kurmaya devam etti. (fazla bu konuları düşününce insan içinden çıkamaz hale geliyor, kafayı çizdirmek işten değil J bu kadın, öbür boyuttaki aynı kadın… neler diyorum ben)

İnanmayı seçtiğimiz bir şey gerçeğimiz haline gelmeden önce; hayatımızdaki değişim gerçekleşmeden önce korkularımız yeniden karşımıza çıkabilir. Çünkü egomuz değişimi sevmez. Tanıdık bildik, denenmiş olan acı da verse rahatlık alanıdır. Orada kalmayı yeniye tercih eder. Ateş üzerinde yürümeye hazırlanan 100 kişiden 5’i vazgeçebiliyormuş. Korku, şüphe, başarısızlık duyguları, beceriksizlik, geçmiş hatalar bizi hep eski tanıdık gerçeklikte tutmaya çalışıyor.

Ben; bu olumsuz düşüncelere gözümü kulağımı kapatıyorum. Yeni olan bilinmez tabi ama bildiğim bir şey var: Eğer istersem ateşin üzerinde bile yürüyebilirim.

Yeni yazıya uygun bir şarkı var yine. Mary J. Blige- Each Tear


19 Haziran 2010 Cumartesi

Kadınlar Vs Erkekler ( 1/0)


Yakın bir erkek arkadaşımla yaşadığımız bir anlaşmazlık beni kadınlar ve erkekler arasındaki ifade farklılıklarını düşünmeye yöneltti. Acaba ben aklımdakileri tam olarak karşımdaki insanlara aktarabiliyor muyum? “Oh be! İçimdekilerin hepsini söyledim, rahatladım” derken aslında gerçekten söylemek istediklerimi aktarıyor muyum yoksa kılıflara sokup anlattım zannedip kendimi mi kandırıyorum? Bu hafta, konuştuğum kelimelerin, aklımdan geçen ile tam olarak aynı anlama gelip gelmediğini inceledim. Kız arkadaşlarım ve erkek arkadaşlarımla konuşurken yaşadığım farklı durumları düşündüm. Erkekler ve kadınların düşünme, konuşma ve anlama biçimlerinin farklı olduğu sonucuna vardım. Ne kadar çabuk fark etmişim değil mi? 34 yaşımdayım. : )

Genellikle vermek istediğim mesajı karşımdaki kişiyi kırmayacak, kibar bir şekilde net olarak anlatmaya çalışırım. Söyleyeceğim, olumlu bir mesaj ise zaten çok sorun olmaz, içimden geçtiği gibi konuşmam yeterli olur. Olumsuz bir mesaj vereceksem biraz daha kılıflara sokarak, eldiven takarak kelimeleri kullanmaya çalışırım. Karşımdaki insanı kırmamak ama söylemek istediğimi de söyleyebilmek önemlidir benim için.

Fark ettim ki; erkekler kadınlar gibi konuşmuyor. Buna bağlı olarak da kadınların konuştuklarını, söylemek istenildiği anlamda anlamlandırmıyor. Her şey 1-0 mantığı ile işliyor. Hani bu bilgisayar programlarındaki gibi ya 1 ya da 0 oluyor. İkili Sistem (Binary System) denilen bu mantık sisteminin dayandığı düşünceye göre bir şey ya A’dır ya da A olmayandır. Örneğin; bir odadaki insanlara “kimler kadındır?” diye sorulduğunda kadın olanlar elini kaldırır. Kaldırmayanların hepsi de kadın olmayanlardır. Yani tüm erkekler kadın olmayandır. İşte bilgisayarlar da bu ikili sisteme göre çalışırlar. Her şey ya 1 olur ya da 0.

Erkekler için de durumun bundan farksız olduğunu keşfettim. Bir olay olduğunda biz kadınlar bir cümlenin milyonlarca farklı tercümesini yapabiliyoruz. Sıradan bir cümleyi evirip çevirip değişik yorumlayarak bazen ciddi tartışmalara yol açabiliyoruz. Oysa erkekler için ne kadar kolay. Ne söylediyse o. Hangi kelimeyi kullandıysa o. Ne duyduysa o. Yok başka bir anlamı. Ya 1 demiştir ya da 0.

Kendimde fark ettim ki; karşımdaki insana bir mesaj vermek istediğimde kelimelerimi dikkatle seçiyorum. Karşımdaki de anlasın diye bekliyorum. Daha çok bekleyeceğim bu gidişle. : ) Çünkü erkekler için 1-0 ikili mantık sistemi devrededir. Erkek, söylediğim kelimeleri duyar, kelimelerin anlamını anlar. Ama mesaj olarak vermeye çabaladığım gizli alt yazıyı ne yazık ki okumaz. Kim bilir; belki bazı kadınlarla da benzer sorunlar yaşanıyordur.

Baştaki olaya gelince; ben de yaşadığım bir rahatsızlığı arkadaşımla konuşurken küçük ipuçları vermeye çalışmıştım. Kelimeleri onu incitmemek adına kılıflara sokarak seçip ona kendimi anlatmaya çalışmıştım. Ve sonra beni anlamadığı için de çok kırılmıştım. Neyse ki geçtiğimiz gün olay hakkında yeniden konuştuk da onun düşünme sistemini fark edebildim. O benim vermek istediğim mesajların hiçbirini almamıştı. Dolayısıyla benim rahatsızlığımın farkında olmamıştı. İkili sistem ışığında yaşadığımız olayı yeniden değerlendirince ona biraz hak da verdim.

Örneğin; ben ona “Ay bu evde böcekler geziyor.” dediğimde o 1-0 mantığı ile “Evet, evde böcek var.” diyordu. Oysa ben ona böceklerden rahatsız olduğumu kibarca anlatmaya çalışan gizli alt mesajlar vermeye çalışıyordum. Beni anlamadığı için de ona kırılıyordum.

Hâlbuki 1-0 ikili mantık sistemini göz önünde bulunduruyor olsaydım karşımdaki erkeğin alt mesajları falan anlamayacağını bilirdim. Şimdi bu bilgilerin ışığında cümlemi güncelleyince “ben bu böceklerden rahatsız oldum, böceklere bir çözüm bulalım.” gibi beni anlayabileceği bir halde söylemenin uygun olduğunu anlıyorum.
1-0: Bu kız böceklerden rahatsız, çözüm istiyor.

Sonuç olarak ben dersimi aldım: Kendimi ifade etme sorumluluğu bana aittir. Kimsenin beni leb diye anlamasını bekleyemem. Kadın-erkek demeden kendimi ifade ederken daha açık, net olmayı deneyeceğim. 1-0 mantığında kelimeler kullanmaya çalışacağım. Acaba mesajı doğru anladım mı ya da karşı taraf beni anladı mı diye tereddüt etmeden anlaşıldığını bilmenin dayanılmaz hafifliği ile oh diyebileceğim. Size de tavsiye ederim.



13 Haziran 2010 Pazar

İYİ Kİ VARSIN..

Dün akşam Sex And The City 2 filmini izledim. Film olarak muhteşem olmasa da benim gibi dizinin hayranları için keyifle izlenecek içerikteydi. Sanırım beni diziye de filme de bu kadar bağlayan; bu dört kadının arkadaşlık ilişkileri. Hayatlarında iyi, kötü, ekşi, tatlı, acı her ne olursa olsun birbirlerinin yanında ve birbirlerine destekler. Bu dört kadın birbirinin ailesi olmuş. Samantha filmin bir yerinde geçen yazıma esin kaynağı olan o repliğe gönderme yapıyor. “Erkek arkadaş, koca, çocuklar… Ne demiştik bunca sene önce. Hepsini koy bir kenara. Biz birbirimizin ruh eşiyiz. We are soulmates.” Ve yine dört kadın bir maceraya yelken açıyor.

Arkadaşlarım iyi ki varsınız. Peki, sadece arkadaşlar yeterli mi? Kişinin kendisini geliştirebilmesi, daha iyi tanıyabilmesi, hayatı paylaşabilmesi için bir de hayat partneri/eş/sevgili lazım. Gözleri açık Sevmek adlı bir kitap okuyorum. Çift terapisi yapan bir psikologun yazdığı mektuplardan oluşmuş kitap. İyi de gözü açık sevmek de neyin nesi?

Benim bir listem var. Her yaşadığım ilişkiden sonra yeniden gözden geçirdiğim ve hayatımda olmasını istediğim insanın özelliklerini düşündüğüm bir zihin listesi. Acaba gözü açık sevmek bu mu? Ne istediğini bilerek sevmek mi? Hiç sanmıyorum. Bu; olsa olsa bir takım kalıpların içine sıkışarak, kendini sınırlamak olabilir. Kitap diyor ki: Sevmek için kendi içine bakmak şart. Kendini tanıyacaksın, özelliklerini, ne olduğunu bileceksin. Önce sen sevmek istediğin kişi olacaksın ki o kişi de gelip seni sevsin. Eyvah! O zaman iyice sadeleştirmek lazım bu listeyi : )  Ben ilişkimde dürüstlük mü istiyorum, önce ben kendime ve etrafıma dürüst olayım, sabır mı istiyorum kendim sabırlı olmayı becereyim. Neşe mi istiyorum önce ben neşeli bir insan olayım. Yani benim anladığım; ilişki çeşitli özelliklerinden dolayı bir başkasına ihtiyaç duymakla gelmeyecek. İhtiyaç duyduğum özelliklerin hepsini kendimde topladığım zaman karşıma çıkacak. Beni olduğum halimle kabul eden biri; ben beni her halimle onaylayıp, kabul edince gelecek. Ben aradığım kişi olunca aradığım ilişkiyle karşılaşacağım.

Aklıma bir örnek geldi. Sokağa çıkarken, gideceğim yere uygun giyinip-süslenip giderim. Arkadaşlarım eve gelecekse rahat edeceğim düzgün bir şeyler giyinirim. Evde bir başıma oturuyorsam ya bir eşofman ya da pijamamı giyip, saçlarımı da toplayıp rahatıma bakarım. Kendimi tanıdığım için, evde olduğumda rahat etmek istiyorsam sevgilimin yanında da saçımı toplayıp pijamamla oturabilmek isterim.

Aşkın o heyecanlı baştaki zamanlarında biraz daha dikkatli, genelde kostümlü oluyoruz. Davranışlarımız da kostümlü oluyor. İlişki ilerledikçe kimi çiftler kostümlerini çıkartabiliyor ve kendilerini oldukları haliyle, pijamasıyla, kirli çorabıyla, sabırsızlığıyla ya da korkularıyla gösterebiliyor partnerine. Ben kendi içimi görünce, ne olduğumu bilince ancak kendimi dışarıdaki insanlara gerçek halimle gösterebilirim. Zaman ilerledikçe, tül perdesi kalkıyor ve tülün altından görünen özelliklerden bazıları hoşumuza gitmeyebilir de. Olsun. Kitaptan bir cümle çok hoşuma gitti. Gerçek aşk bir insanı sadece olduğu kadarı nedeniyle değil, ne olabileceğini bilerek sevmektir. Uzun ömürlü bir ilişkide, bir insanı hoşumuza gitmeyen yanlarıyla da sevebilmek gerekir. Çünkü bu özellik de sevdiğin inanın bir parçası en nihayetinde.

Belki de ilişkilerde her iki tarafa da biraz nefes alma alanı bırakmak gerekiyor. Tıpkı evdeki bitkiler gibi. Nasıl ki zaman zaman bitkilerimizin toprağını havalandırıyor, saksısını değiştiriyorsak ilişkinin de toprağını havalandırmak faydalı olabilir. Nefes alabilen, kendi hobileri, yakın arkadaşları, birbirlerinden ayrı yaptığı şeyler olan çiftlerin toprağı havalanır. Aynı saksıda buluştuklarında birbirleriyle paylaşacakları artar. Birbirlerini besler, ilişkiyi de kendilerini de zenginleştirirler. Azken çoğalırlar. Gözü Açık Sevmek, böyle bir şey sanırım. Sertab Erener'in yeni şarkısındaki gibi hayatımdaki kişiye tüm özellikleriyle İYİ Kİ VARSIN, İYİ Kİ SEVMİŞİM SENİ diyebilmek.