Hergün yeni bir şeyler yaşıyoruz. Her yaşantı ruhumuzda bir iz bırakıp geçiyor. Ben, bu izlerin hayatımızdaki pozitif izdüşümlerinin takipçisiyim.

24 Şubat 2010 Çarşamba

DÜŞÜNCENİN GÜCÜ

Biraz önce bir konserden geldim ve sabahtan beri yazdığım bu yazıyı bloggerdan kaynaklanan bir sorun yüzünden kaydedemiyor olmamın sebebini anladım. Bu konseri izleyip son cümleleri de yazmam gerekiyormuş.

Bu haftaya biraz aksi başladım. Hafta sonundan beri sanki bütün hayat benim gittiğimin tersi yönünde ilerliyor, her şey bana karşı, gittiğim yerler karanlık ve sıkıcı. Herkes kötü. Ne yaparsam memnun olmuyorum, zaten pek bir şey yapmak da istemiyorum. Ne kadar az konuşsam, ne kadar içime kapansam o kadar iyi. Olumsuz düşünceler birini çekip durdu. Yazı yazmak bile istemedim.

Pazartesi akşamı çok sevdiğim arkadaşlarım yemeğe geldiler. Önceden planlanmış bir buluşmaydı. Bu sayede, aksi ruh halimden biraz sıyrılabildim. Menüyü planlamak, sofra kurmak, hem diyet hem sağlıklı hem de güzel yemekler hazırlamak, üzerine de güzel bir tatlı ve samimi sohbet beni biraz toparladı. Arkadaşlarım gittikten ve kendi başıma kaldıktan sonra; aksiliğimin kalıntıları hala duruyordu, hala hayata karşı negatif, umutsuz ve isteksizdim. Ve o içimdeki aksilik kendini dışarı çıkartacak bir yer buldu. Sabaha karşı 5’te karnımda bir sancı ile uyandım ve dün akşama kadar devam etti. Düşüncelerin gücünü bir kez daha anladım. Düşüncelerimiz bedenimize istediğini yaptırabiliyor. Benim olumsuz düşüncelerim kendini sabah 5’te bağırsaklarımda gösteriverdi. Hava durumu gibi, olumsuz düşünceler gri yağmur bulutları oluyor ve bir anda etrafı sarıyor.

Sanırım yaşadığım bu olay bir temizlenme oldu. İçimde biriktirdiğim negatif düşüncelerin çıkması için bir fırsattı. Dün akşam erkenden yattım ve biraz sahip olduklarıma şükrettim. Hafif bir bağırsak bozulması yaşadım ama çok şükür ki sağlıklıyım. Bunun ardından hayatımdaki diğer pozitifleri düşünmeye başladım ve bir bir aklımda sıraladım. Bunu yapmak bana çok iyi geldi ve sakin bir uyku uyudum. İşe yaradı. Oh bee! Bu sabah dünya çok daha umutlu, çok daha aydınlık. : )

Hayata daha aydınlık bir pencereden umutla baktığımda aklıma gelen ilk görüntü YAŞAM. Bunu paylaşmak istiyorum. Hafta sonu çok yakın bir arkadaşım ve kızı ile ailelerine yeni katılacak olan bebekle tanışmak üzere ultrason görüntülemesine gittik. 4 yaşındaki kızı ile heyecanla kardeşinin parmaklarını, bacaklarını, kollarını, yüzünü inceledik. Kalp atışlarını dinledik. Ellerini yüzünden indirip bize suratını göstermesini bekledik. Gerçekten de bu mucizevî olaya tanıklık etmek çok özel ve güzeldi. Henüz 24 cm boyunda olan bu küçük oğlan kendisine onları seçmiş ve dünyaya bu ailede gelmeye karar vermiş. O da kendi gücünü kullanmış.

Düşüncelerimizin gücüyle ilgili okuduğum bir yazıya göre yaşamımızı düşüncelerimizle şekillendirebiliriz. “Sizin için hangi yaş orta yaştır?” Bu sorunun cevabı herkese göre farklılaşabilir. Eğer ‘35 yaş orta yaştır’ diye düşünüyorsanız, düşünceleriniz bedeninize komut verecek ve bedeniniz de 35 yaşında kırışmaya başlayarak, yaşlanarak düşüncenize uygun hale dönüştürecek kendini. Eğer ‘ben 80 yaşımda hala aktif ve sağlıklı olacağım’ diye düşünürseniz bedeniniz de kendini buna göre planlayacaktır. Genç kalmak isterseniz, düşüncelerinizle kendinizi genç tutabilirsiniz. Çünkü bedenimiz düşüncelerimizin sözünü dinliyor. Çünkü bizim şefimiz düşüncelerimiz.

Az önce izlediğim konser 18 keman, 4 viyolonsel, vurmalı çalgılar ve arp çalan kişilerden oluşuyordu. Orkestranın her bir elemanı hem kendi başına bir bütün hem de senfoniyi çalan bütünün küçük parçalardan biri. Bir de başlarında orkestra şefi var. Şef onları yönetiyor, kimin ne zaman yavaşlayacağını, kimin ne zaman tempolu çalacağını ya da susacağını haber veriyor. Şef olmadan orkestranın ahenk içinde çalması çok da mümkün değil. Sanırım insan olarak bizim de bir orkestra şefine ihtiyacımız var. Her bir parçam kendi başına çok değerli ve kendi işlevini yerine getiriyor. Ama şef olmadan, düşüncelerim olmadan hiçbiri nereye gideceğini bilemiyor. Olumlu düşünürsem her biri olumlu bir bütünü oluşturmak için ahenkle çalışacak. Düşüncelerimiz çok güçlü. Nerede dünyaya geldiğimiz, nasıl bir hayat yaşayacağımız, hayatımızın kalitesi hatta kaç yaşında yaşlanacağımız bile düşüncelerimizle şekilleniyor. Mutluluklarımız bizim düşüncelerimize, seçimlerimize bağlı. Bana da geldi geçti bir kötü hava dalgası ve ben yine mutluluğu seçtim.



19 Şubat 2010 Cuma

ŞANS YARATILIR MI YOKSA ŞANSLI MI DOĞULUR?

Geçen gün bir arkadaşım çok ilginç bir araştırma yolladı. Araştırmacı kendini şanslı ve şanssız diye tanımlayan 400 kişi ile bazı sorular sorarak ve uygulamalar yaparak “ŞANS” kavramını incelemiş.

Şanslı ve şanssız insanlara aynı gazeteyi vermiş ve hepsine gazetede toplam kaç tane resim kullanıldığını sormuş. Şanslı olduğunu söyleyenler ikinci sayfadan itibaren saymayı bırakmışlar, şanssız olanlar ise oflaya puflaya saymaya devam etmişler. Şanslı olanlar ikinci sayfada yarım sayfa boyutundaki ilanda yazan “bu gazetede 43 resim var, saymaya devam etme!” yazısını gördükleri için saymayı bırakmış. Diğerleri ise yarım sayfa boyundaki ilana dikkat bile etmemişler. Araştırma sonucunda şanssız olduğunu söyleyen kişilerin verilen göreve çok saplantılı bir şekilde takıldığı için endişe düzeylerinin arttığını ve diğer uyaranları gözden kaçırdığını ortaya koymuşlar.

Araştırma sadece göreve odaklanma konusuyla sınırlı kalmamış. Yapılan diğer çalışmalarda içgüdülerinin sesini dinleyen, hayata pozitif bakma alışkanlığı edinmiş kişilerin kendini şanslı olarak tanımlayan kişiler olduğunu bulumuşlar. Şanslıyım diyen kişiler, olmayanlar için söylenmek yerine sahip oldukları için şükretmesini biliyorlar ve hayatta pozitif olaylarla karşılaşma sıklıkları da yükseliyor.

Bakalım o zaman, siz ne kadar şanslısınız? Ben ne kadar şanslıyım?

Geçmiş yıllara baktığımda ben kendimi “hep şanssızım, işlerim yolunda gitmiyor, vah zavallı ben, yine olmadı, o da ters gitti, işte bak! Kaçırdım vapuru, zaten hep böyle olur park edecek yer bulamıyorum.” gibi cümlelerle tanımlardım. Her hangi bir olayda önce işin ters gitme ihtimallerini düşünür, ters giderse ne yapabileceğimi planlar ve her türlü olumsuz duruma hazırlıklı olurdum. Yani başıma en kötüsü gelse de ben nasıl davracağımı biliyor olurdum. Bravo bana, çok temkinliymişim… Aslında ben farkında olmadan, bilmeden bu davranışlarımla kendi şanssızlığımı yaratıyormuşum. Olumsuzu düşünüp, hayalimde onun gerçekleştiğini görselleştirip, kötü olay başıma geldiğinde ne yapacağımı planlamak aslında şanssızlığı davet etmek.

Kimse şanslı ya da şanssız doğmuyor. Bence kimse şansı da yaratmıyor. Herkes kendi düşünceleriyle hayatını şekillendiriyor. Şans dediğimiz şey aslında olan bir olaya hangi gözlüklerle baktığımız olabilir. Çok anlatılan bir hikaye vardır: Bir adam benzinciye gider ve görevli çocuk camları çok güzel siler, kurular. Direksiyondaki adam sinirlenir çocuğa ve “ hey sen işini düzgün yapsana camın her yeri lekeli kaldı” diye azarlar. Çocuk camı yeniden büyük bir özenle, nazikçe adama cevap bile vermeden ikinci kere siler. Adam hala camın lekeli olduğunu görür ve bu sefer çocuğa daha yüksek sesle bağırmaya başlar. Karısı adamın gözünden gözlüklerini alıp peçete ile siler. Yeniden gözlüğü takınca adam camın aslında pırıl pırıl olduğunu farkeder. Eğer siz de hayatınızda gerçekleşen olaylara lekeli bir gözlüğün ardından bakıyorsanız siz de o şanssızlar grubuna dahil olacaksınız.

Önceki yazılarımda hayal etmek, görselleştirmek ve olumlu düşünmeye devam etmenin hayatımız için olumlu gelişmeler yarattığından bahsetmiştim. Son birkaç senedir olumlu düşünmeyi, hayatımda sahip olduğum en ufak şeye bile şükretmeyi daha sık yapıyorum. Böylece lekesiz gözlüklerle hayata bakıp daha olumlu bir hayat yaşıyorum. Ben şanslıyım. : ) Size de iyi şanslar…

Araştırma hakkındaki bilgiye alttaki linkten ulaşabilirsiniz.

17 Şubat 2010 Çarşamba

SEVGİNİN KOŞULU OLUR MU?

Dün akşam Robert De Niro’nun başrolünde oynadığı ‘Everybody’s Fine-Herkesin Keyfi Yerinde’ isimli filmi izledim. Çok duygusal, kolay izlenen bir filmdi. Biraz hayat dersi gibi de düşünülebilir. Herkesin zevkine uymayabilir ama film benim zeminimde pek çok kavramı harekete geçirdi.

Filmi izlerken aklımda sorular oluştu. Sevdiklerimizi mutlu etmek için beyaz yalanlar söylemek doğru bir şey mi, yoksa gerçeği acı da olsa tüm netliği ile söylemek mi lazım? Çocuklarımızdan/ sevdiğimiz insanlardan çok şey beklemek onları hırslandırıp başarılarını arttırır mı, yoksa aşırı baskı oluşturup, değersizlik hissi ve birlikte gelen beyaz yalanlara mı yol açar? Sevdiklerimizle görüşmeyi, konuşmayı, onlarla yakın ilişki kurmayı önemli işler sıralamasında gerilerde tutup kaçırmak mı, yoksa onlara öncelik vermek, hala hayattayken yakın ilişki kurabilmek mi?

Sevdiğim insanlardan bazen beklentilerim yüksek olabiliyor. Arkadaşım, sevgilim ya da ailem dediğim kişilerin sahip olmasını isteğim bazı özellikler var. Bir kısmı bunları karşılayabiliyor bir kısmı karşılayamıyor. Eğer arada uçurum varsa zaten arkadaş ya da sevgiliyi hayatımdan çıkartabiliyorum. Ama “beğenmedim gitsin” her durumda çözüm olmayabilir. Annemi, babamı kardeşimi yollayamam ki. Beğenmediğim bir davranışı olan insanı hemen yollayamam ki. Ya da tam karşı kutbuna gidip; hayatımdaki insanların hoşuma gitmeyen özellikleri var diye onları üzmemek için gerçeği süslemek, eksiltmek yani beyaz bir yalan da söylemek istemem. Her ikisi de uzun vadede ilişkiyi sarsacaktır. O zaman çözüm düşünmem lazım. Benim sıklıkla kullandığım; ne istediğimi karşımdaki kişiye daha net ifade etmek ve tabi ki en önemlisi kafamda var olan kalıpları (dogmaları) kaldırmak. Bir arkadaş illaki benim kafamdaki özelliklere sahip olacak diye bir şart koymuyorum. Herkesi kendi durumu, kendi özellikleri içinde değerlendirmeye çalışıyorum.

Sabah GEVEZE’yi dinliyordum. “Mutlu evliliğin sırrı nedir?” diye soruyordu dinleyicilerine. Pek çok kişi -mutlu evlilik karşılıklı fedakârlıktır- dedi. Sanırım her tür ikili ilişkide karşılıklı fedakârlık önemli bir unsur. İki farklı insan farklılıklarıyla bir arada kalabilmeyi becerdiği zaman dürüst, yakın ilişki gerçekleşiyor. O zaman; karşımızdaki insanı olduğu hali ile kabul etmek, hataları ile, kendi var olduğu hali ile hayatımızda yer vermek daha kaliteli ilişkilere sahip olmanın bir yolu olabilir. Hataları kabul etmek demek, onları kandırmak anlamına gelmiyor. Örneğin ben birisini çok seviyor ve hayatımda kalmasını istiyorum diye, onun her yere geç kalma huyunu seviyormuş gibi davranmam gerekmez. Hem bu özelliğiyle sorun yaşadığımı ona söyleyebiliyor olmak hem de ona bu özelliği konusunda toleranslı davranmak ilişki için olumlu olabilir.

Filmi izlerken aklımı kurcalayan sorulardan bir diğeri de, çocuklardan beklentilerle ilgili olanıydı. Bazı ebeveynler çocuklarının çok şeyi gerçekleştirmesini istiyor, çıtayı yüksek tutuyor. Tabii ki iyi niyetle, çocuklarının başarılı birer yetişkin olması için yapıyorlar bunu. Ne yazık ki kimi zaman çocuğun kapasitesi veya ilgi alanları ebeveynlerinkiyle örtüşmeyebiliyor. İşte o zaman karşılıklı fedakârlık yapılamazsa çocuk aileyi memnun edememenin ağırlıyla eziliyor ve beyaz yalanlara başlayabiliyor. Ya da bir başka kötü senaryo; aile ve çocuk yabancılaşıyorlar. Gittikçe uzaklaşıp, yaşarken birbirlerini erteleyen, hep daha önemli işler yüzünden görüşemeyen aileler oluyorlar. Her iki durumda da çocuk kendini değersiz hisseden, ailesinin beklentilerini karşılayamamış olmanın verdiği bir başarısızlık duygusu içinde bir yetişkin olarak hayatına devam ediyor.

Ben de kafamda yer etmiş bazı kalıplarla “benim arkadaşım dediğim insan böyle, böyle… olmalı” dedim. Ama bir süredir, karşıma çıkan insanları oldukları gibi değerlendirmeye, ne ise o haliyle kabul etmeye, hayatımın belki tamamında benim istediğim kıyafeti zorla giymiş bir halde olması yerine, kendi özgün kıyafetiyle olduğu gibi kalmasını ve kesiştiğimiz alanlarda hayatımda var olmasını tercih etmeye başladım. Gördüm ki, bu da kötü değil. Pek çok farklı yöne bağlar kurup hepsinde farklı tür sevgileri, birbirinden farklı kıyafetlerdeki insanları barındırabilirim. Tıpkı resimdeki bulut gibi…

Resim: http://www.madhatter.it/art/CREATURES/the-love-factory.jpg

15 Şubat 2010 Pazartesi

HAYATIMDAN BİR KESİT

Bir süredir yazılarımda hayatın sorumluluğunu alma temasını işliyorum. “Kendi hayatınızın makinisti olun, seçimlerinizi bilinçli yapın” diyorum.

E bunları sadece size yazmıyorum! :) Her yazdığımı önce kendi hayatımda uygulamaya sokuyorum. Biliyorum ki, kendi hayatımı ancak ben değiştirebilirim. Hayal ettiğim kadar yaşayabilirim. Kendime neleri layık görüyorsam hayatıma da onları sokuyorum. Kendimi değerli hissettikçe hayatımda değerli şeyler oluyor. Ben ne kadar çok şeyi hakkettiğime inanıyorsam o hakkettiklerimin hepsini yaşıyorum.

O zaman neden daha iyisini, çoğunu, güzelini, kıymetlisini hayal etmeyeyim ki...

Geçmiş yazılarımdan birinde demiştim ki: “Bir Amerika seyahati yapmak istiyorum ama benim için çok zor, pahallı, uzak bu tatil” diye hayallerime bile sığdıramadığımı anlatmıştım. Bununla ilgili düşünce kalıplarımı değiştirmek için yeni cümleler kullandım. Orada yaşayan arkadaşlarım da olduğu için, işim uzun süreli tatil yapmama imkan sağladığı için… bu tatili rahatlıkla yapabileceğime inanmaya başladım. Bir süredir daha sık bu tatile çıktığımı düşündüm, orada neler yapacağımı hayal ettim.

Haftasonu, Sevgililer Günü konseptine uygun olsun dedim ve Valentine’s Day filmini izledim. Film tam sabun köpüğü denilen, bir an var, bir an sonra yok olan filmlerden. Yüzümde bir gülümseme ile izlediğim bir peri masalı… Aşkı bulmak için aşkı hayal etmeye devam o zaman.

Filmin en çok dikkatimi çeken ve içimi heyecanlandıran yanı filmin Los Angeles’da geçmesi oldu. Güneşli bir gün, her yer aydınlık ve LA çiçek pazarında rengarenk çiçekler harika görünüyorlar. Film boyunca güneşli sahilleri, keyifli lokantaları, çiçek pazarını izlerken içim kıpır kıpırdı. Filmi izlerken o sahilde olduğumu, çiçek pazarını gezdiğimi, LAX yazan havaalanı tabelasının altında durduğumu hayal edebiliyordum. Ve bugün biletimi aldım. Ver elini LA :)

Madem bu kadar söz sahibiyiz hayatımız üzerinde, hayal ettiklerimiz, kendimize uygun gördüklerimiz tıkır tıkır gerçekleşiyor. O zaman ben kendim için istediğim ama şu ya da bu sebeple hayal etmekten bile çekindiğim diğer isteklerimin de sesini yükseltmeye başlıyorum. Siz kendinize neleri layık görüyorsunuz? “Bu benim hayatımda gerçekleşemez ki..” dediğiniz şeylere benim baktığım pencereden bakmanız dileğiyle…

12 Şubat 2010 Cuma

SEMBOLLER

Sembol kelimesi Yunancada birlikte atmak/ oluşturmak anlamına gelen sin ve voli kelimelerine dayanıyor. Böylelikle kişiler arasında oluşturulan gizli anlam, bir sembole atfedilerek tasvir ediliyor. Sembol bir nesne, kişi, olay, şarkı, obje, renk, şekil ve birçok şey olabilir. Her sembol düşünsel bir anlam içerir. Bazen bu genel geçer bir anlam olabilir bazen de soyut bir anlam veya fikir olabilir. Genel geçer anlamlar haritalarda, matematikte, dini ya da sanatsal konularda veya trafik işaretlerinde olduğu gibi ortak alanda kullandığımız sembollere verilir. Herkes için, her durumda aynı anlama gelir.

Semboller kişinin entellektüel durumuna göre, geçmiş yaşam deneyimlerine göre ya da o andaki gelişim düzeyine göre farklı anlam kazanır. Eğer kişi psikolojik olarak hazır ise o sembolü çok farklı anlamlandırabilir, hatta şimdiki hayatıyla ilgili çağrışımlarda bile kullanabilir. Sembol, kişinin içindeki görünmeyen bir bölümün görünen parçasıdır. Paylaşılması zor olan, kafa karıştıran içsel yaşantılar, anlamını sembollere yükleyerek rüyalarda kendini açığa çıkartır. Bu rüyanın anlamını çok da çözemesek bile sistemimizden dışarı çıkması rahatlamak için yeterli olabilir.

Sembollere merakım neden arttı birden dersiniz? : ) Sabah bir arkadaşımla konuşurken bana bir rüyasını anlattı. Psikoloji alanından olduğum için insanlar ve hikayeleri benim çok ilgimi çekiyor. Gestalt Terapisi eğitimlerinde artık uygulama aşamasına geldiğimiz için bol bol deney yapma tecrübesi ediniyoruz. Deneylerimizden biri rüyalarla çalışmak.

Akadaşımın anlattığı rüya içinde pek çok sembol vardı. Çok yakın bir arkadaşım olduğu için karşıma bir deney yapma/uygulama fırsat gelince hemen kendisinden izin aldım. Bu rüyasını çalışmak isteyip istemediğini sordum. Kabul etti. Ve bir deneye başladık. Gestalt terapisi içindeki metodları kullanarak rüyasındaki sembolleri inceledik. Hem rüyanın içindeki anlamını hem de onun gerçek hayatındaki çağrışımlarını konuştuk. Rüya şeklinde tezahür eden bir bütünü içindeki sembolleri ele alarak, küçük parçalara ayırarak farklı boyutlarıyla inceleyebildik. En sonunda da yine bütüne döndük ve tüm sembollerin verdiği bilgileri hayatıyla bağlayarak, günümüzde işine yarayabilecek bir mesajla rüya çalışmasını sonlandırdık. Bütünü parçalara ayırarak incelemek gerçekten çok güçlü bir araç. Farklı konseptlerde sembollerin farklı anlam içerdiğini görmek, bu arkadaşım için korkutucu olan bir sembolün bir başkasının zemininde sevimli bir anlamı olması, sembollerin ne kadar dikkatle incelenmesi gerektiğini bana yeniden gösterdi.

Semboller ve anlamlarını düşünme egzersizini hayatımızın diğer alanlarında da kullanabiliriz. Özellikle bu günlerde, havada aşk kokusu varken… Pembe ve kırmızı kalpler, çiçekler ve çikolatalar sevginin genel geçer sembolü olmuş. Mutlaka sizin için özel olan, sevgilinizle aranızda sin/ voli yaptığınız bir şeyler de vardır. Bu sevgililer gününde bir başkasınınkini değil size özel olan aşk sembolünüzü hatırlayın.

Bir kitap önerisi: Aşk ve Beyin – Dr. Bülent Madi’nin kitabını okumaya başladım. Aşkla ilgili hem çok güzel şiirler, şarkılar ve ressamlar öneriyor hem de şu bir türlü tanımlayamadığımız aşık olma halinin beyindeki kıpırdanmalarını anlatıyor. Henüz çok başındayım. Bir başka yazıda bu kitabın bendeki izdüşümünü sizlerle paylaşmak isterim.
RESİM: http://www.anna-om-line.com/english.htm

9 Şubat 2010 Salı

EMPATİ / YAŞAM DANSI

Bir süredir çevremdeki ilişkileri gözlemliyorum. İlişkilerin geçirdiği değişim/dönüşümlerle benim de ilişki hakkındaki fikirlerim gelişiyor. Bu haftanın kafa karıştıran sorusu “SEVİYORUM” demek yeterli mi? Her derde çare oluyor mu? Her “seviyorum” kelimesinin ardına gizlenmiş sorumluluklar var mı?

En basitinden evdeki evcil hayvanlarla konuya başlayayım. Evinde kedi, köpek ya da kuşu olan tanıdıklarım var. Hepsi sahip oldukları hayvana evin bir bireyi olarak bakıyor ve çok değer veriyor. Onları çok seviyor. Çoğu zaman evcil hayvan evin neşesi oluyor. Üzgün zamanlarda sıcak, sessiz ve hep yanında olan bir dost, keyifli zamanlarda da hoplayıp zıplayan, yalnızlığa ilaç olan eğlenceli bir oyun arkadaşı. Oynaması çok keyifli, onu okşayıp stresini atmak harika. Ama sabah akşam 5dk da olsa dışarıda dolaştırmazsan, suyunu, kumunu, yemini değiştirmezsen, aşısını, banyosunu takip etmezsen o hayvanı yeterince seviyor olur musun? Sanmıyorum. Sevgi beraberinde sorumlulukları da getiriyor.

Çocuk sahibi olan arkadaşlarımı düşündüm. Ne yaşta olursa olsun, çocuk gerçekten evin neşesi, gürültüsü, çilesi, sevgisi, pek çok şeyi oluyor. İşten eve geldiğinde kapıda karşılayan, doğumgünü pastasını heyecanla üfleyen, televizyonun karşısında kucağında uyuyakalan ve her durumda çok sevilen… Ancak sabahın 6’sında uyanıp işe gitmişsen akşam yorgun argın eve döndüğünde aklında sadece bir duşa girip ayaklarını uzatmak varsa, günün özlemiyle seni kapıda bekleyen ufaklığı terslemek onu yeterince sevmek oluyor mu? Tabi ki çocuk sahibi olmak ve çocuğu sevmek de bazı sorumlulukları beraberinde getiriyor. Hastalandığında, ateşi çıktığında ilacını vermek, düştüğünde kaldırmak, ağladığında gözyaşını silmek, kızdığında öfkesini dindirmek, konuştuğunda dinlemek o çocuğu sevince paket olarak geliveriyor.

Hepimizin bu ilişki hayatımıza girmeden önceden beri sahip olduğumuz alışkanlıklarımız var. Belki bir evcil hayvan sahibi olmadan önce geç saatlere kadar uyuyordunuz. Belki eşiniz hayatınıza girmeden önce tek başına tatil yapmayı seviyordunuz. Eşinizin yapmadığı bir hobiniz vardı. İlişkinin, birini sevmenin getirdiği sorumluluklar var diye kendimizden, alışkanlıklarımızdan vaz mı geçmek gerekiyor? Hayır. Sevgi ve beraberinde getirdiği sorumlulukları daha kolay üstlenebilmek için daha anlayışlı olmak, karşımızdaki insanla empati kurmak ilişkilerimizde kolaylaştırıcı rol oynuyor.

Amerikalı Psikolog Carl Rogers empatiyi şöyle tanımlıyor: “Kişinin kendisini karşı tarafın yerine koyarak; olaya/duruma onun bakış açısı ile bakması, o kişinin duygu ve düşüncesini doğru olarak anlaması, duyumsaması ve bu durumun ona iletilmesi sürecidir.” Empatik olmak tüm ilişkilerimizde kolaylaştırıcı olur. Çocuğunuzla, sevgilinizle, ebeveynlerinizle hatta evcil hayvanınızla bile olan ilişkinizde karşınızdakini anlamaya çalışmak, onun içinde bulunduğu durumda ne hissediyor olduğunu anlamak ilişkiye akışkanlık getirir. Bazen doğru anlamamış olabilirsiniz, ama inanın sadece anlamak için çaba gösterdiğinizin görülmesi ilişkideki düğümlerin çözülmesine yardımcı olur. İşte bu yüzden geribildirim yaparak, doğru anlayıp anlamadığımızı kontrol edebiliriz. Bazen doğru anlamayabiliriz. Ama bu bile yeterli olur, anlamak için çaba gösterince karşımızdaki kişi de bize kendini anlatır. O zaman sevgi de sorumlulukları yerine getirmek de çok kolaylaşır.

İlişki bir dans. En iyi dans partnerleri birbirinin ne düşündüğünü, hangi yöne adım atacağını doğru hissedebilenlerdir. Resimdeki kadın ve adamın dansı gibi; ilişkiler de müziğin ritmine uyum sağlayarak, sürekli yer değiştirerek, başka perspektiflerden dans pistini görerek, iki ayrı bedenin birbirinin duygusunu anlayıp bir bütün olduğu, ayaklara basmadan, kimi zaman erkek kimi zaman kadının önderliğinde ilerleyen bir yaşam dansıdır.

Resim: Anatolian Puzzle 1000 parça- İlk Dans- Çağdaş Türk Ressamları Serisi
(Yeni başladım, bitirince çerçevelenmiş resmini de size gösteririm.)

7 Şubat 2010 Pazar

KUTLAMA

Bugün benim havayla ilk temas ettiğim, hayatla buluştuğum gün. Bugün BEN’i kutlama günü…

Evet! 7 Şubat doğum günüm benim. Dış dünya ile ilk kez buluştuğum gün bugün. Her buluşma bir ayrışmadır aynı zamanda. Yaşamla buluşurken annemin bir parçası olmaktan ayrıştığım gün bugün. O ilk günden sonra, kendimi keşfetme yolunda ilerlerken defalarca buluştum defalarca ayrıştım.


Hiç sema dansı izlediniz mi? Ben şanslıyım, muhteşem bir sema dansı izledim. Resmini gördüğünüz dansçı Su Güneş Mıhladız, iki parçalı eteği ile uçuşan bir sema dansı yaptı. Etekleri bazen resimdeki gibi bir oldu, bazen de iki ayrı parça oldu. Müziğin sesiyle birlikte dönerken Su; eteğinden ayrıştı ama etek tam çıkmadan onunla yeniden birleşti. Sema dansı buluşma ve ayrışma ikilisini dengede tutabilmekte. Yaşamımız da buluşmalar ve ayrışmalar sürecidir.

Cuma sabahından bir heyecanla başladım bu hafta sonuna. Uyandığımda hava daha bir aydınlık, daha sıcak, oksijen dolu geldi. Geçmiş yıllarda yaşadığım “Eyvah ne yapacağım, nasıl kutlayacağım, yaşlanıyorum” telaşından farklı bir duygu vardı içimde. Dingin, neşeli, daha ayakları yere sağlam basan, ışık dolu biri olarak uyandım. Olduğum yeri, yaşı ve şimdi-şu andaki Ben’i sevgiyle kabul ediyorum. Bugün ben kendimi kutluyorum. Bazen içimdeki güneşin ışığı etrafımı aydınlatıyor, çevremde çok şeyi fark ediyorum. Bazen de güneşimin ışığı gözlerimi kamaştırıyor, kendimden başka şey görmez oluyorum.

Ben olabildiğim için, değerlerime sahip çıktığım, kişiliğimi her zaman geliştirmeye ve değişime açık olduğum için, beğenmediğim yanlarımı bulup onların da benim parçam olduğunu kabul ettiğim için, zamanı geldiğinde buluşabildiğim zamanı geldiğinde ayrışabildiğim için kendimi kutluyorum. İyi ki doğmuşum : )

Dünyada her zerre içinde bir güneş taşır.
Zerre ağzını açar da güneş çıkarsa o pusudan
Ortalık tuz buz olur ışıltısından...
Mevlana

4 Şubat 2010 Perşembe

SEÇİMLER

Hayatta herşey seçimlerimizle oluşur. Kimi zaman seçim yapmadığımızı sandığımız zaman bile seçmişizdir. Bir fırsatın geçip gitmesini seçmişizdir. 
Seçim yapmamak çok da mümkün değil hayatta. Bazen yapamadığım bir şeyler için “ama şartlar böyle gerektirdi, onun için bunu yaptım, biri üzülmesin diye yapamadım, istemiyorum ama gittim.” gibi çeşitli hafifletici sebepler bulurdum. Şimdi dönüp bakınca görüyorum ki bu tür bahaneleri sadece bir seçimi yapınca arkasından olabileceklerin sorumluluğunu almamak için kullanıyormuşum. Bilinmeyen yolda gitmek korkutucu olabilir. Kapalı kapının arkasında ne olduğunu görmeyince kapıyı açmak istemeyebiliriz. Aslında seçim yapmamış gibi görünsek de güvenli alanda kalmayı seçeriz. Siyah- beyaz yayın yapan bir hayat yaşamayı seçeriz.

Seçimleri bilinçli yapmak, hayatının sorumluluğunu kendi üstüne almak demektir. Kimi durumlarda geri sarmak çok kolay olur. Daha korkusuzca, az düşünerek seçimi yapar ve ayakkabıyı alabiliriz. Geri vermek, numarasını değiştirmek ya da hiç olmuyorsa bir arkadaşa hediye etmek gibi kolay manevralarla seçimi değiştirme şansımız vardır. Ama tek başına bir eve taşınmak, başka bir ülkeye yerleşmek, biriyle ilişkiye başlamak ya da ilişkiyi bitirmeye karar vermek gibi seçimler daha bilinmezlik taşır ve geri dönüş manevrası ayakkabı örneğindeki gibi hızlı olamayabilir.

Yıllardır bir Amerika tatili yapmayı isterim. Her zaman “yol uzak, çok masraflı, işten bu kadar zaman uzak kalınmaz” gibi bahenelerle bu seyahati erteledim. Hep de kendimi kandırırdım: “imkanım olsa kesin giderdim, ama bu koşullarda seçim şansım yok ki” Ama şimdi görüyorum ki ben aslında gitmemeyi seçmişim. Kendim için ZOR diye bir kılıf uydurmuşum. Zorluklarıyla uğraşmamak, organizasyon sorumluluğunu almamak için seçim yapmaz gibi görünüp, seçimimi gitmemekten yani kolay olandan yana kullanmışım.

Tek başına yaşamaya başlama sürecimi düşünüyorum. Ailemin evinde sıcacık ve çok rahat bir hayatım vardı. Ama ben hayatımdaki renkleri çoğaltmayı seçtim. Kapının arkasında ne olacağını hiç bilmiyordum. Sadece kişisel gelişimim için bu tür bir girişime ihtiyacım olduğuna inanıyordum. Kira ödemek, eve mobilya almak, yemek-temizlik-evin bakımını üstlenmek benim için çok yeni alanlardı. Merak da ediyordum acaba tökezleyecek miyim yoksa üstesinden gelebilir miyim? Gelemezsem de ailem her zaman orada duruyordu. Denemeyi seçtim. Bir bilinmeze yaptığım seçim sayesinde çok şey öğrendim. 6 yıl oldu. Evime bayılıyorum.

Türkiye dışında yaşamayı seçen arkadaşlarım var. Evlenmeyi seçen, çocuk sahibi olmayı seçen, yalnız olmayı seçen, boşanmayı seçen, bilmediği bir işte çalışmayı seçen insanlar tanıyorum. Bazen resti çekip güvenli alanımızdan dışarı adım atıp, param yetecek mi, tek başıma idare edebilecek miyim, yalnızlık zor mu olur, bu insanla ilişki mutlu eder mi, bu çocuğa bakabilir miyim?… gibi riskleri göze alıp, korkularımıza sırtımızı dönebilirsek, hayatı da faklı renkleri ile yaşamayı seçmiş oluyoruz. Siz hayatınız için hangi renkleri seçtiniz?

Resim: http://www.sxc.hu/pic/m/c/cr/creactions/188382_choosing_the_colors.jpg

2 Şubat 2010 Salı

İLİŞKİLER

Bugün yazacağım yazının konusu kendiliğinden geldi. Bu sabah farklı arkadaşlarımla sohbet ederken gündemde hep aynı konu vardı. Okuduğum kitapta geldiğim bölüm ve sabah gelen bir e-posta da aynı konuyu işaret ediyordu. Biliyorum, hayatta tesadüflerin bir sebebi vardır. Demek ki benim zeminimde kıpırdayan, enerji yüklü olan konu da buymuş. Ben de bu tesadüfleri dinleyip bugün kadın-erkek İLİŞKİLERi hakkındaki çağrışımlarımı yazacağım.

Gün boyu sohbet ettiğim kadın ve erkek arkadaşlarımla hayatlarındaki diğer kişi ve ilişkilerle ilgili inançları hakkında konuştuk. Birinci kadın, ilişkisinin kendi istediği gibi olmasını istiyor. “İlgilenen erkek sık sık arar, görüşmek ister. Tersi ise ilgilenmiyor demektir.” inancıyla ilişkisine başlıyor. Birkaç gün görüşmeleri aksayınca adam kara listeye alınıyor. İnancı: güç bende olmalı, ilişkiyi kontrol etmeliyim. İkinci kadın; erkek arkadaşının nasılsa onu terk edeceği inancıyla ilişkisine başlıyor. Çünkü öyle öğrenmiş, erkekler hep terk eden olur. İlişki iyi giderken bile, adamın onu terk ettiği zamana hazırlıklı olmak için fazla yakınlaşmaktan kaçınıyor. Büyütecek sorun arıyor, aksilik yapıyor. Üçüncü kadın; evliliklerde erkeklerin çok dürüst olmadığına, adamların aslında eş değil, kendine bakacak anne aradığına inanıyor. Evlenmek istermiş gibi görünse de, öyle öğrenmiş evlenince erkek eş değil anne arar, o anne olmak istemiyor- yani evlenmek de istemiyor. Hal böyle olunca kendisine hep anneci, gözü dışarıda erkekleri çekiyor. Dördüncü kadın bazı koşulları yerine getiremediği sürece bağlılık içeren ilişki hakketmediğine inanıyor. Koşulları da yerine getirmek istemiyor aslında. Dolayısıyla ilişkisi de sürüncemede kalıyor. Arkadaş mı? Sevgili mi? kendi bile anlamıyor ne olduklarını. Beşinci örnek bir erkek. İlişkilerinde hep romantik aşık olduğunu, sevgilisini memnun etmek için maddi, manevi hiçbir şeyden kaçınmadığını ama bir türlü ilişkinin istediği hızda ilerlememesinden yakınıyor. Öyle öğrenmiş ne olacaksa bir an önce olmalı. O bir şeylerin olmasını bekledikçe, uzaklaşıyor istediği şeyden. İçindeki ilişki heyecanı da soğuyor.

Cümleleri yeniden okuyunca hepsinin altında korkular olduğunu görüyorum. Bu yazının kahramanları yalnız kalmaktan korkuyor, geçmiş kötü tecrübeleri yeniden yaşamaktan korkuyor, güzel olanı hakketmediğine inanıyor ve yeteri kadar değerli olmamaktan korkuyor. Beğenilmeme korkusu, eleştirilme ve karşındaki insan tarafından onaylanmama korkusu… uzayıp gidiyor korkuların listesi.

Korkunun ecele faydası yok. Yaşamaktan korkmak ve geri kaçmak sorunu çözmüyor sadece bir süreliğine durduruyor. Sorunu görmezden gelerek yaşamayı sürdürüyoruz. Yaşamın kıyısında kalıyoruz, ayağımızı suya sokmadan, suyu bilmeden, üşümeyi bilmeden.

Bizim kahramanlarımız ayağını suya sokmaya cesaret etti. Bazısı üşüdü, bazısı da suyun ılık olduğunu gördü. Ama suyun nasıl olacağını ıslanmadan anlamak da mümkün değildi. Biz, ıslandık ve korkularımızla yüzleşiyoruz. Peri masalını arayan kadın, anladı ki peri masalını kendi yaratacak. Sabırlı olacak, karşısındaki kişinin ihtiyaçlarına saygı duyup, ona güvenecek.  Hani o terk edileceğine inanan kadın var ya, o kendisini ilişkinin akışına bıraktı bile. Terk edilirse canı acıyacağından korkuyordu ama canı acımasın diye yaşamamaktansa üşümek pahasına suya girmeyi seçti. Onun girdiği su ılıkmış. Sürekli anne arayan adamlarla karşılaşıp evlenmekten korkan kadın, yetişkin ilişkisi kurabileceği biriyle olursa evlenmekte korkacak bir şey olmadığını anladı. Romantik adam, korkularının peşinden geleceğini anladı ve acele etmemeyi, hayatın akışında gelenleri bekleyip yaşamayı seçti.

Kendimize layık gördüğümüz ne ise, hayat da karşımıza onu getiriyor. Tıpkı bir mıknatıs gibi bilinçaltımızda kodlanmış olana benzer şeyleri hayatımıza çekiyoruz. O yüzden ben derim ki gelin hayatımızda olmasını istediklerimizi bir kağıda yazalım. Uzun bir pozitif cümleler listemiz olsun. Şimdi burada hayatın getirdiğini yaşayalım ve güzel şeyleri hakkettiğimize inanalım. Hatta bence hemen hayal kurmaya başlayalım. Hayal kurmak, görselleştirmek gerçekleştirmenin yarısıdır. Kendimiz için istediğimiz ilişkinin hayalini kuralım. Haydi, o zaman bu şarkı bize gelsin : )

Şarkı: The Everly Brothers- All I Have To Do Is Dream
http://listen.grooveshark.com/#/search/songs/?query=everly%20brothers
Resim:Çok güzel bir illüstrasyon sanatçısı buldum. Başka resimlerine de göz atın derim.
http://www.artbywicks.com/figures%20prints%20paintings.htm