Hergün yeni bir şeyler yaşıyoruz. Her yaşantı ruhumuzda bir iz bırakıp geçiyor. Ben, bu izlerin hayatımızdaki pozitif izdüşümlerinin takipçisiyim.

31 Mart 2010 Çarşamba

NE OLDUĞUNU BİL

Ben hep kendimi daha iyi tanımaya, içimdeki parçaları öğrenmeye çalışıyorum. İçimin nelerden yapılmış olduğunu bilirsem, kendime sahip çıkmam, kendimi var olduğum halimle kabul etmemin daha kolay olacağına inanıyorum. Kendimi tanıma sürecim hiç bitmeden devam ediyor. Bir önceki yazıda tutkularımı keşfediyordum. Bu yazıda ise kişilik özeliklerime bakıyorum.

Hafta sonu Serdar Erener’in bir sohbetine katıldım. Peter F. Drucker adlı bir yönetim bilimciden bahsetti. Drucker; “Managing Oneself” adlı makalesinde bir insanın kendi güçlü ve zayıf yanlarını tanıması gerektiğinden bahsetmiş. Kendimizi tamamen tanıdığımızı sandığımızda bile aslında zaman içinde yeniden tanımamız gerekebileceğini söylemiş.

Kendimizi tanımak önemli çünkü; bazen güçlü olan bir yanımızla yaptığımız bir iş, ihmal ettiğimiz bir özelliğimiz yüzünden başarısızlıkla sonuçlanabilir. Bu nedenle kendi güçlü yanlarımızı bilip onların başarıya ulaşması için hangi özelliklerimizi geliştirmeye devam etmemiz gerektiğini de araştırmalıyız. Örneğin; çok iyi liderlik yapan birisi, planlamayı ve işbölümünü eksiksiz hazırlar ama yeterli iş takibi yapmadığı için görevlerin yapılıp yapılmadığını zamanında takip etmediği için planlama ve iş bölümünü doğru yapmasına rağmen başarısız olabilir. Bu kişinin o zaman iş takibini zamanında yapmak konusunda becerilerini geliştirmesi onun daha başarılı olmasına yardımcı olacaktır.

Drucker; kişisel gelişimi ve öğrenmeyi sürdürmek için nasıl öğrendiğini bilmek gerektiğini söylemiş. Geçmiş yıllarda okullarda öğretmen eğitimleri verirken; “Renkler” isimli bir öğrenme biçimi testi kullanırdım. Onu anımsadım. Öğretmenler; farklı öğrenme biçimlerine hitap eden çok çeşitli ders içi aktiviteler hazırladığında sınıfta bulunan her çocuk kendi öğrenme biçimine uyan aktivite ile konuyu öğrenme şansını elde edebilir. Ben hep yazarım. Katıldığım her kursta, her eğitimde, ufacık bir seminerde bile sayfalar dolusu not alırım. Sonra bir daha bakmam bile, ama yazmasam uçar gider. Yazarsam kafamın içinde kalır. Bu özelliğimi bildiğim için ona uygun davranıyorum ve bu benim güçlü yanım oluveriyor.

Farklılıklar, güçlü ve zayıf yönler hakkında düşünürken okuduğum bir haber beni bambaşka bir yere götürdü. Öğrenme biçimlerindeki farklılık gibi, insanların çalışma biçimleri, yaşam tarzları, ilişki kurma biçimleri, duygularını ifade etme biçimleri de farklı olabilir. Farklı olması demek onun kötü ya da yanlış olduğunu göstermez. Önemli olan kendini tanıyıp o özelliğini kendine faydası olacak şekilde kullanabilmektir. Ricky Martin; şanslı bir eşcinsel olduğunu ve bundan gurur duyduğunu açıklamış. Artık o da kendini olduğu hali ile kabul etmiş ve gizli saklı yaşayarak aslında kendisine haksızlık ettiğini farketmiş. Kendisini sahip olduğu özellikleri ile kabul etmiş olması hayatında yeni bir pencere açacaktır.

Kimi zaman sevmediğimiz işlerde çalışıyoruz, iş arkadaşlarımıza sahte samimiyetler gösteriyoruz. Sahte dostluklar kuruyoruz. Gerçekte becerikli olmadığımız işlerle hava atmaya çalışıyoruz. Bence bu hem mesleki hem de insani gelişimimizi engelliyor. Sanırım iş hayatında da, özel hayatta da insanın kendi özelliklerini bilmesi hatta sadece bilmekle yetinmeyip, kendini olduğu gibi kabul edip sevmesi gerekiyor. Yapamadıklarımdan, olamadıklarımdan dolayı kendimi küçümsemek, yetersiz hissetmek pek bir fayda getirmiyor.

Mevlana'nın dediği gibi: “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.” Kendimi tanıma serüvenimi sürdürüyorum. Şu anda ne olduğumu bilip, kabul etmek, kendi var oluşumdan mutlu olup, eksiklerimi de kapatmak için öğrenmeye, çabalamaya devam ediyorum.





28 Mart 2010 Pazar

TUTKULU BİR YAŞAM

Zeminimi genişletmeyi, farklı insanlar tanımayı, yeni ortamlarda olmayı seviyorum. Hayatıma giren her “yeni” benim için incelenecek farklı bir motif oluyor. Bu hafta sonu da bulduğum fırsatları kaçırmadım. “Passion For Life” konulu bir eğitime katıldım.

Tutku kelimesinin ekşi sözlükteki tanımlarından bazıları şöyle: “Saplantı; hayattan tat aldığımız anları yaşatan harika bir şey ama aslında bir nevi maraz; hayatın armağanı ve anlamı, tutkusuz her şey hatta hayat bile içi boşalmış bir çuval gibi.” Tanımlara bakınca tutkulu olmak bir yanıyla ürkütücü, olumsuz sonuçlar doğurabilen kötü bir şey, diğer yanıyla da insana canlı olduğunu hissettiren hayatı yaşanılır kılan bir duygu gibi görünüyor. Tutku olmayan bir hayat baharatsız bir yemek gibi geldi bana. Acaba tutkuyu saplantı boyutuna getirmeden daha dengeli/sağlıklı şekilde de yaşayabilir miyiz? Ben yaşamı kaçırmak istemiyorum. Tatsız bir yemek yemek istemiyorum. Ama “baharatsız olursa yemeğe yemek demem” diye kendimi saplantılarla sınırlamak da istemiyorum. İkisi arasındaki dengeyi bulmak istiyorum.

Tutkusuz hayat çok emniyetlidir. Alışıldık, bilindik sularda yüzmek gibidir. Daha düşük bir enerji içerir. Risk almadan, güvende ve emin adımlarla yürürsün. Ürkek, heyecansız adımlar atarsın. Gittiğin yolu ve varacağın hedefi bilirsin ama tutku olmadan yaşamın canlılığını kaçırırsın. Oysa tutkulu bir hayat çok farklıdır. Tutku bazen planladığından çok daha farklı yönlere gitmene neden olabilir. Disiplin ve sıkı çalışmayı gerektirir. Güvenli yoldan gitmek yerine bilinmeze doğru ilerlemeyi ve risk almayı gerektirebilir. Ve bu bilinmeyen yoldayken bazen bir dalga gelir ve tepetaklak olursun. Bir girdabın içince bulursun kendini. Tutkulu yaşam, hayatı rengarenk yaptığı, enerji ve neşe verdiği kadar tehlike ve acı da getirebilir. Ama tutkusuz, risk almadan yaşamak da bir anlamda yaşamın parıltısını kaçırmak demektir. Emniyetli yaşamı seçip tutkusunun peşinden gitmemeyi tercih eden kişiye de saygı göstermek, tutkusunun peşinden gidip başarılı olma ya da tepetaklak olup, acı çekme riskini alana da saygı göstermek gerekir. Bunun biri ya da diğeri doğru diyemeyiz.

Sizin hayattaki tutkularınız neler? Hiç düşündünüz mü? Tutkularınızı anlayan insanlarla mı berabersiniz? Bu kişiler sizin tutkularınızı anlayışla karşılayıp, sizi dinliyor mu yoksa cesaretinizi mi kırıyorlar?

Tutkular iki kişi arasında şekillenir. Bir dans gibi düşünürsek partnerlerden biri bir adım atar, diğeri ona uygun bir adımla devam eder. Biri hızlanırsa diğeri o hıza uyum sağlar veya kendi temposunu gösterir ve yavaşlatır. Mesafeyi belirlerler ve birlikte bir dansı oluştururlar. Tutku da aynı böyle ilerler. Biri tutkusunu anlatırken karşısındakinin onu dinleme, cevap verme, sorularıyla ilgilenme biçimi o tutkusunun nasıl ortaya çıkacağını yani dansı yaratır. Sizin tutkularınızı kimler dinliyor? Size cesaretlendiriyorlar mı yoksa emniyetli sulara mı çekiyorlar? Heyecanınızı aynı hızda karşılayabiliyorlar mı sizi yavaşlatıyorlar mı?

Tutku deyince sadece kadın erkek arasındaki aşk aklınıza gelmesin. Hayatta hep dürüst olmaya çalışmak, sağlığına özen göstermek, çevreci olmak, dans etmek, yelkenle dünya turu yapmak, kariyer sahibi olmak gibi pek çok alanda tutku sahibi olunabilir. İçerik kişiden kişiye farklılaşabilir. Önemli olan sürecin nasıl ilerlediğidir. Tutkunuzu hayatınızda nasıl yaşadığınız, sizi siz yapan özelliklerinizi nasıl sahiplendiğiniz önem taşır.

Evet! Ben hayatımda sevgiyi ön plana koyuyorum. Aile, arkadaşlık, romantik ilişkilerde sevgi benim için bir tutku. Bazen mantıklı olmak daha kolay bir yaşam sağlayabilecekken ben risk alıyorum ve zorluklara rağmen sevginin peşinden gidiyorum. Benim için kişisel gelişim bir tutku. Farklı alanlarda hep kendi içimi incelemeye, kendim hakkında yeni bilgiler öğrenmeye tutkuluyum. Kendimi fazla kurcalamadan olduğum halimle sakin sakin yaşamak varken ben kimi zaman beğenmediğim yanlarımla karşılaşma riskini göze alıyorum. Pozitif olmak benim için bir tutku. Gecenin ardından gündüz olacağına, zorlukların ardından rahatlamanın geleceğine, umudu hep korumaya tutkuyla bağlıyım. Çocuklar hayatımda hep olmalı, çocuk sevgisi benim tutkum.

Ve son zamanlarda varlığını farkettiğim bir tutkum; yazı yazmak. Küçük yaşlardan beri sayısını bilmediğim kadar çok günlükleri tutkuyla yazmaya devam ettim. Şimdi defterim değişti ama yazı yazmak hala tutkum. Bazen tutkumun peşinden koşarken tökezleyebiliyorum. Başarısız olma riskini, kendimi fazla açığa serme riskini göze alıyorum. Ama hissettiğim heyecan ve yaşama sevinci o tökezlemelere değiyor. Kim olduğumu bilmek ve kendime sahip çıkmak için; henüz keşfetmediğim diğer tutkularımın neler olduğunu incelemeye devam ediyorum.

Resim: http://www.lauralussana.it/2007/

24 Mart 2010 Çarşamba

DURAKLAMA

Vee tatilden döndüm. Çok keyifli zaman geçirdim. Güzel müzikaller izledim. Güzel yemeklere baktım ama azimliydim yemedim. Biraz ıslandım, biraz yoruldum, çok güldüm, çok keyif aldım. Ve evime geri döndüm. Kapıyı açtığımda evimin tanıdık çerçevesinde olmaktan çok mutlu oldum.

Farkettim ki buradaki hayatım duraklamış ben Londradayken. Evim aynı bıraktığım gibi, çıkarken bıraktığım dağınık halinde duraklamış. Hava aynı bıraktığım gibi parçalı bulutlu, zihnimdeki kargaşa duraklamış, yapılacak işler listesi ben dönene kadar duraklamış, yapılması gereken telefon konuşmaları, planlanması gereken etkinlikler hepsi duraklamış. Nedense maillerim hiç duraklamamış, akşam baktığımda gelen kutusu oldukça kalabalıktı. :)

Google Buzz’da paylaşılmış olan bir blogu sizinle paylaşmak istiyorum. Benim de günlük maillerine üye olduğum bir blogdan alıntı yapıyorum.  http://www.kabbalah.com/blogs/yehuda/pause-pause-pause%E2%80%8F

Hayat denen çemberin üzerinde koşup duran bir hamster gibi hissetiniz mi kendinizi hiç? Sen ne kadar koşarsan çember o kadar dönmeye devam eder. Çember döndükçe sen koşmaya devam edersin. Ve boyle devam eder durur. BUGÜN: Durakla, durakla, durakla… Kendini yeniden koşarken bulduğunda hemen durakla.

Sanırım tatiller de bizim akıp giden hayatımızdaki duraklamalar/molalar oluyor. Gitmeden önce aklım doluydu. Yetişmesi gereken işler, aramam gereken insanlar, planlamam gereken etkinlikler, bitirmem gereken bir puzzle (çok az kaldı valla) ve aklımı kurcalayan daha bir sürü şey vardı. Ama uçağa bindiğim anda sanki içimdeki o fare tekerleğinden indi ve koltuğa oturdu. Durakla, durakla, durakla…

Tatil boyunca geride bıraktıklarımı hiç düşünmedim. Telefona bile gerekmedikçe bakmadım. Hayatın akışında aklımı kurcalayan endişelerimi, gelecek kaygılarımı, çatışmalarımı duraklattım. Karşılaştığım en zor sorular: “Bugün nereyi gezeceğim? Bu akşam hangi güzel lokantada yiyeceğim? Müzikali izleyeceğimiz tiyatro salonu nereye yakın?” oldu. Kafamı kurcalayan başka türde bir soru gelirse aklıma hemen kendime hatırlattım- DURAKLA. Londradayken tek bindiğim dönen çember London Eye oldu.

Tatil arkadaşlığının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha deneyimledim. Bu tatilde ben kendimi hayatın akışına bıraktım. Yol arkadaşlarımdan biri gitmek istediğim yerleri GPS aleti gibi tarif ediyordu. Hep doğru yolu buldu. Bir tanesi tüm gece programlarımızı daha gitmeden organize etmiş ve en güzel lokantaların adreslerini almıştı. Muhteşem müzikaller izledik. Ve henüz uçağa binmeden önce tanıştığım diğer tatil arkadaşım ise profesyonel makinasıyla ben poz verdikçe resimlerimi çekiyordu. Bundan keyiflisi var mı? :) Hayatıma yeni dostlar eklemekten memnun oldum.

Ve şimdi yine buradayım, aynı işler, aynı çatışmalar, aynı sorunlar beni bekliyor. Ama ben daha dingin, daha neşeli, enerji doluyum ve yeniden çembere çıkıp koşmaya hazırım.

Teşekkürler, teşekkürler, teşekkürler :)

Resim: Ben çektim.

16 Mart 2010 Salı

İSTEMEK/YAPMAK


Çamaşır yıkamak isteriz ama giyilecek bir tek temiz çorap kalmayana kadar erteleriz. Ütüleri yapmak isteriz ama evdeki bütün odalar gömlek, tişört dolana kadar biriktiririz. Spor yapmak isteriz ama bir bakmışız göbek olmuş kocaman, hala bir sonraki hafta gideceğim diye kendimizi kandırır dururuz. Arkadaşlarımızı daha sık aramak ve hatır sormak isteriz ama hep erteleriz. Daha önemli bir şey çıkar ve sonra saat arayamayacak kadar geç olur.

Sizin de var mı yapmak isteyip de hep bekleyen işler listeniz? Hep aklınıza gelen ama öyle ya da böyle bir sebeple ertelenen işleriniz oluyor mu? Bu hafta arkadaşlarımla yaptığım sohbetlerin içindeki ertelen işlerle ilgili olan bölümleri ayıkladım ve bir araya toplamaya çalıştım.

En çok gündemde olan konu başlığı, spor yapmak. Spor yapmak istiyoruz, bedenimizin daha sağlıklı olmasını ve daha estetik görünmesini istiyoruz. Lüks spor salonlarına yazılıyoruz. Büyük bir hevesle bir iki hafta düzenli gidiyoruz. Sonra hep bir işimiz çıkmaya başlıyor. “Akşama bir toplantı var, işten geç çıkacağım. Bugün çok yorucu oldu bir de spor çekemeyeceğim. A bu filme gitmeyi ne zamandır istiyordum, gösterimden kalkmadan göreyim bari. Kırk yılın başında arkadaşlarla bir yemeğe çıkacağız, bugün de sporu atlatırım bir şey olmaz.” Bir bakmışsınız aylar olmuş, spor hayatınızdan çıkıvermiş. Yerine nur topu gibi bir göbek ve poponuz olmuş.

Bir başka arkadaşım; sanatçı. Çizim becerilerini kaybetmemek için elini çalıştırması, örnek çizimler yapması gerekiyor. Çizim yapacak ortamın hazırlanması, akşam yenecek yemeğin pişmesi, evin biraz temizlenmesi, dışarı çıkıp faturaların yatırılması derken; Hay Allah! sabah var olan ilham kaçıvermiş bu arada. İlham, çizme hevesi gelir ama yapacak işleri bitmez, işi olmaz ama bu sefer hevesi kaçmıştır ve o bu egzersizleri ertelemiştir.

Bir arkadaşımızı görmek isteriz, bir tatile gitmek isteriz, bir filmi izlemek isteriz, iş değiştirmek ya da yeni bir projeye başlamak isteriz. "Biraz toparlanayım hemen İspanyolca kursuna başlayacağım. İşler hafiflesin daha çok kitap okumaya başlayacağım. Azcık para biriksin yeni bir araba alacağım. Bir sevgilim olsun o zaman Paris’e gideceğim. Elimdeki iş hafiflesin yeni projeler geliştireceğim." İsteriz de isteriz. Yapmayız da yapmayız.

Peki, hayat, yapmak istediklerimizi listeleyip, sonra da erteleyip sinemaya gitmek, yemek pişirmek, tembellik yapıp evde yayılmak ya da x box oynamaktan mı ibaret?! İnsan neden kendisi için olumlu sonuçları olacak ve istediği bir şeyi yapmayı erteler?

Ben bunun için birkaç farklı sonuç buldum. Belki istediğimizi sandığımız şeyi gerçekten o kadar da istemiyoruz. Sadece istiyorum demek keyifli geliyor. Bazen istediklerimiz için enerji harcamak zor geliyor. Onun yerine tembelliği seçiyoruz. Bugün kardeşim dedi ki: “Eğer koşu bandına çıkıp kalbini zorlamıyorsan, mekik çekerken kaslarının yanmasına dayanamıyorsan o sporu hakkıyla yapmamışsındır.” Evet, dediği gibi bazen isteklerimiz için enerji harcamak ya da bedel ödemek de gerekebiliyor. Tembellikle olmuyor. Bazen de istiyoruz ama gerçekleşmesi halinde hoşumuza gitmeyecek bir sonuçla karşılaşmaktan korkuyoruz. Beceriksiz yanımızla yüzleşmek, başarısız olmayı kabullenmek ya da isteğimizi değiştirmemiz gerekebilir. Bunlarla karşılaşmaya hazır olmayınca ertelemek kolayımıza gelir. Belki de farklı durumlarda hepsinden biraz yaşıyoruz.

Sonuçta bu listeler ile baş etmek için ben şöyle bir yöntem buldum. Yaşanan an şu andır. Öyleyse içinde bulunduğum anın tadını çıkartıyorum. Tabi bu iki uçlu bir önerme. Bir ucunda; yapamadıklarım için hayıflanmıyorum ve şu anda ne yapabiliyorsam onunla mutlu olmaya bakıyorum. Diğer ucunda ise; gerçekten istediğime emin olduklarım ama ertelediklerim için adım atmayı seçiyorum. Örneğin; madem spor yapmak istiyorum o zaman mekik çekerken karın kaslarımın yanmasına biraz daha dayanacağım.

Önceden atmış olduğum adımlardan bir tanesinin zamanı geldi çattı. Londra dönüşü haftaya yeniden buluşuruz. : )

11 Mart 2010 Perşembe

NARCISSUS

Narsisist kişiler için çok olumlu düşünmezdim. Ancak biraz araştırınca gördüm ki aslında sağlıklı bir kişilikte olmak için biraz da narsisit olmak gerekliymiş. Peki acaba benim içimdeki narsisit parça ne alemde? Ne kadar açığa çıkıyor? Ne kadar kendini saklıyor? Bunun benim hayatıma olan yansımaları nedir? Ben bugün içimdeki narsist parçaya temas etmek istiyorum.

Narcissus hikayesini çoğunuz bilirsiniz. Narcisuss bir peri ile bir insanın kendini beğenmiş oğludur. Dağ perisi Echo ona aşık olur. Ama Echo konuşamamakta, sadece uzaktan söylenenlerin son kelimesini tekrar edebilmektedir. Duygularını ifade edemediği umutsuz bir aşka tutulmuştur. Narcissus ormanda arkadaşlarını ararken “kimse var mı burada?” diye sorar ve Echo “burada” diye cevap verir. Narcisuss “gel” diye yanıtlar onu. Echo umut ve sevgi ile “gel” diyerek ortaya çıkar. Ama kendini beğenmiş Narcisuss Echo’ya yüz vermez ve çekip gider. Echo kırgın, üzgün bir halde dağlardaki mağaralara sığınır. Ve şöyle der: “O da benim gibi sevsin ve sevdiğine kavuşamasın.” Acı çeken Echo sonunda taşa dönüşür. Sadece sesi kalmıştır.
Bir gün yine Narcisuss ormanda dolaşırken ağaçların içinde kaybolmuş bir pınara rastlar. Eğilip su içmek istediğinde suda gördüğü kişiyi çok beğenip aşık olur. Ellerini bu kusursuz güzelliğe uzatır ama dokunamaz. Saatlerce o pınarın karşısında oturup kendi yansımasına aşkla bakar durur. İşte o da Echo gibi karşılıksız sevgiye düşmüştür. O da sararıp solar ve ölür. Periler onun cesedinin yerinde Nergis çiçeğini bulur.

Geçenlerde gereğinden fazla tepki gösterdiğim birisi olduğunu farkettim. Bu kişi, çok narsisistik özellikleri olan, kendi yaptığı işleri üstün bulan, sürekli kendi reklamını yapan, hep doğru yaptığını savunan ve aslında yaptığı şeyi de çok beceriksizce yapan ama bunun farkında olamayan birisi. Ben çocukluğum boyunca iyi yaptığım şeyler hakkında böbürlenmemeyi, gösteriş yapmamayı olumlu bir özellik olarak öğrendim. Karşımdaki insanları incitmemek için, sahip olmayanların üzülmemesi için, fazla göze batmamak için, o ya da bu sebeplerle kendime olan sevgimi açık açık ifade etmemişim.

Narsisizm bir yanıyla aslında elitist bir düşünme biçimi. Kimseyi kendine yakıştıramamak, tanıştığın insanlardan daha üstün hissetmek, yaptığın her işi çok iyi yapmak, harika biri olmak.. hep bu elitist düşünce biçiminin ürünleridir. Psikologlar narsisizmin dozunda yaşanmasının aslında bir sağlık kriteri olduğunu söylüyorlar. Ben içimdeki narsist parçadan utanıyordum şimdiye kadar. Becerilerimi, iyi yaptığım şeyleri söylemek, gelen övgüleri kabul etmek benim için zordu. Omuzlarım çökük, utana sıkıla kabul ederdim övgüleri. Becerilerimi sergilemek ukalalık gibi gelirdi. Tabi ki içten içe çok iyi yaptığımı, pek çok insandan fazlasını başardığımı kendime söylerdim hep. Yani içimde var olan narsist yanı üstü örtülü yaşardım.

Belki de karşıma çıkan bu kişinin narsist yanına bu kadar tepki göstermem aslında, bana biraz daha kendi narsist yanımı sevmem mesajıdır. Kendime değer vermek, özgüvenle yapabildiklerim ve yapamadıklarım arasındaki ayırımı farkedebilmek aslında sağlık göstergesi. Sağlıklı narsisizm kişinin övgüleri kabul edebilmesi, kendi ilgilerinin, başarıların farkında olup bunları ifade edebilmesi ve kendini harika hissedebilmesidir. Aslında özgüvenli olan her insan kişiliğinde sağlıklı narsisizm barındırır. Kendisini ölçülü sevebilen ve sevgisini dışarıya da ifade edebilen birey bir başkasını da sevmeyi, sevgisini göstermeyi becerebilir. Ben kendime daha çok değer veriyorum artık. Bunu saklamak yerine paylaşıyorum. İçimdeki beni seven yanımdan utanmıyorum. Ben beni seviyorum. Size de tavsiye ederim.

Resim: http://www.tshirtdujour.com/preview/ILoveMyself.jpg

9 Mart 2010 Salı

KURALLARLA ÖZGÜRLEŞMEK

Haftasonu vereceğim bir eğitim için aile içi disiplin yöntemleri ve kurallar üzerine bir yazı hazırlıyordum. Çocuklukta hangi kurallarla büyüdüğümüz, bu kuralları içselleştirme biçimimiz yetişkin hayatımızda nasıl bir insan olacağımızı belirliyor. Toplumsal kuralları öğrenme biçimimiz; bizim gelecekte özgüvenli, bireysel adım atabilen, lider yapıda kişiler olup olamayacağımızın temellerini hazırlıyor. Çocuklara kurallar nasıl öğretilir? Toplumsal alanda kabul görmek için nelere razı geliyoruz? Kurallara uyarken aslında kendi istediğimizi mi yapıyoruz yoksa bir başkası bizim için karar vermiş mi oluyor? Bu eğitimde; benim ailelere danışman olarak vermek istediğim mesaj çocuklarına iç denetimi kazandırmaları yönünde olacak.

İç denetim/dış denetim hakkında birşeyler okurken karşıma bir yazı çıktı. Toplumsal öğrenmeyi (yani dış denetimi) anlatan bir deney yapılmış. Aslında bu deney ailelerin çocuklarını eğitirken kullanmamasını tercih ettiğimiz yollardan birini örnekliyor. Araştırmacılar; bir kafese beş maymun koyarlar. Ortaya bir merdiven ve tepesine de iple bağlı bir salkım muz asarlar. Her bir maymun merdivene çıkıp muza ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar. Her maymun aynı denemeye giriştiğinde buz gibi soğuk su ile ıslatılır. Bütün maymunlar bu denemeler sonunda ıslanmayı tecrübe etmiş olurlar. Bir süre sonra muzlara hareketlenen bir maymun olursa diğer maymunlar tarafından uyarı amacıyla engellenmeye başlanır.

Deneyin ikinci aşamasında; ıslak maymunlardan biri dışarı alınıp yerine yeni bir kuru maymun konur. Yeni maymunun ilk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merivene tırmanmak olur. Fakat diğer dört ıslak maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler. Çünkü onlar muza ulaşma çabasının sonucunda ne olduğunu deneyimlemiştir önceden. Islanmış maymunlardan biri daha kafesten alınır ve yerine yeni bir maymun konur. Ve kuru maymun merdivene ilk yaptığı atakta dayak yer. Bu ikinci kuru maymunu en şiddetli ve istekli döven bir önce gelen yeni maymundur. Sebebini bilmeden kendisi dayağı yediği için, aynı şekilde muza uzanan yeni maymunu dövmektedir. Sırayla bütün ıslak maymunlar değişene kadar bu olay tekrarlanır. Eski maymunlar; içeriye yeni gelen maymun muza uzandığında niye dövdükleri konusunda bir fikirleri yoktur ama dövmektedirler. En sonunda kafeste hiç ıslak maymun kalmaz. Yani muza ulaşmaya çalışıp da ıslanmayı tecrübe etmiş bir maymun yoktur aralarında. Muz salkımı tepede asılıdır. Ancak bütün maymunlar muzları almayı akıllarına bile getirmeden kafeste oturmayı sürdürmektedir. Neden oturduklarını bilmeden…

Her ailenin kendi yapısına göre değer yargıları farklılaşır. Bunun bir doğrusu yanlışı da yoktur. Her aile çocuklarının kendi aile değerlerini öğrenmesini ister. Çocuklarını hayattaki belirsizliklerden korumak ister. Sağlıklı gelişimde çocuklara iç denetimi öğretmek gerekirken bazen aileler iyi niyetle çocuklarını kötülüklerden koruma, daha çabuk sonuca ulaşmalarına yardımcı olmak ve doğruyu!! öğrenmelerini sağlamak için dış denetimi kullanırlar. Örneğin; çocuk sevdiği arkadaşlarıyla görüşmek ister. Ama ailesi arkadaşlarının kendi aile yapılarına uygun olduğuna emin değildir. Çocuğun bu arkadaşlarla her görüşme denemesinde, tıpkı maymunlar gibi soğuk suyu üstüne sıkarlar. Tabi ki aileler çocukları için en iyisini ister, yaptıklarını aslında onlara güvenlik, olumlu özellikler kazandırmak için yaparlar.

Unutmamalıyız ki her birey kendi hayatını yaşar, doğrusuyla hatasıyla. İnsanlar hatalarından öğrenir. Ve hata yapmasını engellemek için onun adına karar verip girişimini engellemek, aslında çocuğun özgürlüğünün elinden alınması, hayatla ilgili girişimlerinin kastre edilmesi olarak sonuçlanır. Bu kastrasyonun yetişkin insan hayatında farklı yansımaları olabilir. Bazı çocuklar bu kastrasyonu kabullenir ve maymunlar gibi kafeslerine çekilirler. Yetişkin hayatlarında risk almaktan korkan, liderlik özellikleri düşük, karar almakta zorlanan insanlar olurlar. Hatta kendi kendilerini kastre etmeyi bile öğrenmişlerdir. Artık anne-babaları, müdürleri onlara bir şey demeden kendileri zaten onların ne söyleyeceğini bilip kendisine söylemektedir. “Sen bunu yapmamalısın, hayır sakın onlarla görüşme, bu kıyafeti senin gibi biri giyinemez, bu anlaşmayı imzalayacaksın …” Bu tür durumlarda çocuklar farklı tepiler geliştirir. Bazı çocuklar, ailelerine öfkelenir ve isyankar tavırlar sergiler. Olumsuz alışkanlıklara yönelirler ya da pasif agresif olup, eksiklik, yetersizlik, değersizlik duygularıyla dolar ve hayat başarısı düşük kişiler olurlar. Adım atamazlar, bir şeyleri yapmak isterler ama hep kendilerini durduracak bahaneler üretirler.

“Artık büyüdüm, benden geçti” dememek lazım. Kişisel gelişim her yaşta devam ediyor. İçinizdeki çocuğu duyun! Onun hayata daha olumlu bakan, özgüvenli, karar verebilen bir çocuk olmasına yardımcı olun. Eğer o bir adım atmak istiyorsa, ona izin vermeye çalışın. Ben kendi hayatımda bunu deniyorum. Eskiden maymun olduğum konularda şimdi adım atmayı seçiyorum. Yetersizlik duygumu “yapabilirim”e dönüştürmeye çalışıyorum. Dışarıdan gelecek söylemlere kulaklarımı kapatıyorum ve kendi iç disiplinime güveniyorum. Rahatım yerinde sandığım altın kafesimden çıkıyorum. Özgürleşiyorum. Çok heyecanlıyım ve keyifli bir duygu var içimde.

Resim: http://ahamgangama.wordpress.com/2009/06/08/vivir-y-dejar-vivir/

6 Mart 2010 Cumartesi

İDEAL PARTNER


“I am the perfect partner for my perfect partner.”

Dün akşam bir arkadaş grubunda sohbet ederken, kendimizi kadınlarla erkekler arasındaki farkları konuşurken bulduk. Özellikle ikili ilişkilerde çok farklı düşünme tarzlarına sahip olduğumuzu sohbet esnasında da canlı örneklerle anladık. Herkesin kendisi için bazı kriterleri var. İdeal partner tanımı herkesin çok farklı. Havacılık sektöründeki hostes kriterlerinden konuşurken bir erkek arkadaş değişen hostes kriterlerini eleştirdi.  “Canım kadın dediğin 55 kilo olur. Fazlası olan kadının ne işi var hostes olarak.” deyiverdi.   Sohbet ilerlediğinde yine bir altın yumurta yumurtladı ve aslında erkeklerin çok da akıllı kadından partner istemediğini söyledi. Kadın dediğin biraz beceriksiz olmalı, her işini kendi halledememeli ki erkeğe daha başarılı, güçlü hissettirebilsin. İşte; bu erkeğin ideal partneri olacak kadın hakkındaki beklentisi yarı şaka olsa da karşımda duruyor.

Bir başka erkek arkadaşım, ideal partneri ile hobilerini paylaşmak istediğini anlatıyor. Hayatta yapmayı sevdiği şeyleri, sevdiği insanla da birlikte yapabilmek onun için önemli. Bir kız arkadaşım ideal partnerinin arkadaşı gibi sohbet edebildiği, yanında hep güldüğü biri olmasını istiyor.

“Ben, benim ideal partnerim için ideal bir partnerim.” Bu hafta bu cümle üzerinde düşündüm. Peki ne demek ki ideal partner, ya da kime göre ne idealdir? Benim için ideal olan bir şey acaba senin için de ideal mi?  Acaba olabilir mi böyle bir şey? "Ben seni seçtim. Arkadaşız, yanında çok da gülüyorum eğleniyorum, beğeniyorum seni, tamam o zaman benim ideal partnerim sensin." dediğim de bakalım o da benimle aynı şeyleri düşünüyor mu? Ya onun için ideal partner sadece eğlenceli, arkadaşı olan bir kadın değil ise ne olacak? Ben ideal partner olarak onu seçtim diye o da beni seçmek zorunda mı?  

Bir başka örnek bir kız arkadaşımdan. Uzun yıllardır, hayatında olmasını istediği erkeğin özelliklerini tanımlıyor. Ne istediğini çok iyi biliyor. "Benim sevgilim seyahat etsin, benim sevgilim özgür olsun..." bir gün birisiyle tanışıyor. Hayalindeki kişiye çok benzeyen bir adam bu. Uzun süre bu kişiyle bir ilişkilerinin başlamasını diledi. İdeal partnerini bulmuştu. Erkek arkadaşında olmasını istediği tüm özellikler onda vardı. Birlikte nereleri gezeceklerini, yaşamlarının nasıl olacağını hayalinde canlandırdı. Gerçekmiş gibi canlandırma yaparak, bütün yaşamak istediklerini görselleştirerek gerçeğe dönüştürmek için olumlu bir yaklaşım izledi. Ama ufak bir pürüz vardı!!!! Platonik sevgilinin bu hayallere katılmaya pek niyeti yoktu. Yani bu kızın kendine seçtiği ideal partneri için, ideal partner bir başkasıydı. Olmadı karşılıklı örtüşmedi istekler. 

Ve günlerden bir gün, bu kız platonik sevgiliden umudu kesti. Burada ince bir ayırım var. Platonik sevgiliyi gerçek sevgili yapmaktan umudunu kesti ama X sevgili ile yaşamak istediklerinden umudunu kesmedi. Hayallerini yine kuruyordu ama bu sefer yanındaki erkeğin bir yüzü yoktu. Kimliği belirsiz bir adamla yapacağı seyahatleri, sohbetleri ve eğlenceli zamanları hayal etmeye devam etti. Ve bir süre sonra bingo… hayalindeki adam başka bir surette hayatına tezahür etti.  Platonik aşkından vazgeçti ama hayallerinden vazgeçmedi. 

Bence "ben ideal partnerim için, ideal bir partnerim" sözü de bu örneği doğruluyor. Karşılıklı ideal partner olabilmek için kadının ve erkeğin beklentilerinin birbiri ile örtüşmesi gerekiyor. Hayalleri bir koşula bağlamak hayalin gerçekleşmesini de yavaşlatıyor. Hayallerini bir kişinin tekeline sabitlemekten vazgeçtiği zaman da hayat ona onun için ideal partneri getirdi. Ve ancak o zaman kendi ideal partneri için bu kız da ideal bir partner olabildi. Çünkü karşılaştığı erkek de hayatı için aynı onun özelliklerine sahip bir kız ve aynı onun yapmak istediklerini bekliyordu.



İdeal partner tanımını bir kişiye sabitlemek yerine serbest bırakmak, bu kimliği belirsiz sevgiliye ulaşma ihtimalini arttırıyor. Sadece erkek- kadın ilişkileri için değil başka pek çok konuda da bu cümleyi kılavuz olarak kullanabilirim. İdeal çalışma ortamı, ideal arkadaşlık, ideal ev... Tek dikkat etmem gereken bir isim koyarak; isteklerimi hayallerimi sınırlamamak. 'bir tek bu pembe panjurlu evi istiyorum' demek yerine 'pembe panjurlu, bahçeli keyifli bir ev istiyorum' diyebilirim. 

O zaman benim için ideal olan yerlere de açık kapı bırakmış oluyorum. Oysa tek yerle sınırlandırınca ve o yer benim için değil bir başkası için uygunsa, o zaman ben o yer boşalana kadar panjurlu evimi bekler dururum ellerim bomboş. Oysa pek çok panjurlu ev seçeneği var. Neden bir başka ev olmasın?



Resimler:
http://pikaland.com/images/1347.jpg

2 Mart 2010 Salı

İÇİMDEKİ RECEP’İ TANIMAK

Ben Recep İvedik karakterini çok kınardım. Filmlerini seyretmeyi de hep reddetim. Hatta birinci film çıktığında erkek arkadaşım katıla katıla izlediğinde ona da sinir olmuştum. :) Şimdi üçüncüsü vizyonda. Düşündüm ben neden bu kadar sinir oluyorum bu Recep’e? Hatta daha da önemlisi seyretmeden, neden sinir oluyorum. Seyredip sinir olsam bir derece daha anlaşılabilir.

Karar verdim ki bu yaptığım varolan bir şeyi yadsımak. Gerçekten de hayatımızda Recep’ler var. Bu film en çok izlenilen filmler arasına girdi. Pekçok insan bu filme çok gülüyor. Ben ise yadsıyorum. Görmek bile istemiyorum. Recep karakterinin yaptığı davranışları kaba, saygısız, utanılacak, ayıp, çirkin olarak değerlendiriyorum. Üstelik filmi izlemedim sadece çeşitli fragmanlara dayanarak bu yargıya varıyorum.

Kendi tepkimi düşündüm. Gestalt felsefesi penceresinden bu tepkime bakmaya çalıştım. Bizi biz yapan içimizdeki her parçamızın tamamıdır. Bu parçalar kendi başına bütün olduğu gibi birleşince bir başka bütünü İNSAN’ı oluştururlar. Ve sağlıklı bir insan, içindeki her bir parçayı tanımaya, bilmeye, temas etmeye çalışır. Örneğin benim çok sosyal olan bir parçam var. Ben bu parçayı çok seviyorum. Yabancı insanlarla dolu bir ortama girdiğimde kiminle ne konuşacağımı, insanlarla nasıl tanışacağımı biliyor olmamı bu sosyal parçam sağlıyor. Bir diğer parçam evcimen. Benim sıcak, yakın ilişkilerden keyif almamı, ev toplantıları, aile ortamları, yemek sohbetleri, yakın arkadaşlıkları tercih etmemi sağlayan parçam o. Ben bu parçamı da seviyorum. Ben içimdeki her parçayı tanımaya çalışıyorum. Bana ait olan, beni bütün yapan her bir küçük parçayı tanıyıp, varlığını kabul etmeyi deniyorum.

Benim de kendi içimde varlığından hoşlanmadığım parçalarım var. Her bir parçamı sevmek zorundayım diye bir kural yok. Başlangıçta bu sevmediğim parçalarım yokmuş gibi davranıyordum. Tıpkı Recep’i yadsıdığım gibi, benim içimdeki beni utandıran, kaba-saba gelen, belki var olduğunu bilmekten bile korktuğum parçaları görmezden geldim.

Recep’i yadsımak kendi içimdeki o sevmediğim parçaları yadsımak gibi geldi bana. Farkettim ki ben o beğenmediğim parçamı yok sayarak aslında kendi içimdeki bir yere yabancı kalıyorum. O yüzden daha çok parçayla tanışmaya karar verdim. Beğenmesem de temas etmek, onun orada olduğunu bilmek kendi bütünümü tanımak için önemli geldi.

Benim alıngan bir parçam var. Kimseyle konuşup kararlaştırmadan, sessizce bir arkadaşımın beni bu hafta aramasını bekleyip, sonra da aramazsa ona yine kendi içimde sessizce alınabiliyorum. “Gördün mü işte bak, aramadı beni” diye düşünebiliyorum. Ya da birisi şaka niyetine benimle bir konuda dalga geçerse ben fazla ciddiye alıp gerçekmiş gibi alınabiliyorum. Kendi alıngan parçamla temas etmeden önce bu durumlar beni kızdırırdı. Gerçek sanırdım. Arkadaşım bana kötü davranıyor sanırdım. Sonra alıngan parçamla tanıştım. Şimdi bu tür durumlar yaşadığımda biliyorum ki karşımdaki insanın ne benim beklentimden haberi var ne de bana kötü bir eleştiri yapmaya niyeti. O sadece hayatının akışına göre devam ediyor yaşamaya. Benim alıngan yanım onun davranışlarına olumsuz bir anlam yüklüyor. İşte o zaman kendi duygularımı anlamlandırmam kolaylaştı. “Dur bakalım Cella! Bu kişi senin telefon beklediğini bilmiyordu ki, bu hafta işi yoğundu ve aramadı seni. Bu kadar. Senin alıngan yanın şimdi seni doluran, üzen.” Ve bu cümleyi bilmek bana çok iyi geliyor. Her seferinde bunu duyup “Haa, evet ya kötü bir şey yok o zaman” deyip sakinleşip yoluma devam edebiliyorum.

Ben bu alıngan yanımı çok sevdiğimi, ona bayıldığımı falan söylemiyorum. Bunun hayatım için bir RECEP olduğunu biliyorum. Ama artık onu izlemeyi reddetmek yerine izleyip, gereken yerde kontrol edebilmeyi seçiyorum. Hepimizin içinde Recep’ler var. Sizin de vardır. Önemli olan Recep’leri yadsımadan, tanımaya çalışmak, onlara temas edip sevmesek de varlığı ile barışık yaşayabilmek. İçinizdeki her bir özelliği, parçanızı tanımaya çalışın. Kendi Receplerinizi bulun. Benim için yaşam bu şekilde daha kolaylaştı. Bu haftasonu Recep İvedik izlemeye gideceğim.

1 Mart 2010 Pazartesi

KORKU ODASI/KEYİF ODASI

Bugün sinemada filmi beklerken bir sigorta şirketinin reklamını izledim. Reklam geçtiğimiz haftadan beri kafamda dönüp duran bir konuyu çağrıştırdı bana. Bir aile tatile gitmek için bir seyahat danışmanının önüne oturur. “İşte size harika bir tatil önerisi, ne düşünüyorsunuz?” der danışman. Ailenin babasının suratı karışır bu soru üzerine ve hemen adamın beyninin içi devreye girer. Beyinde önce keyif odasındaki parçalar konuşmaya başlar. Neşeli, tatile gitmeye hazır ve dans ederek konuşmaya başlarlar. Onlar hep gitme taraftarıdır. Harika bir tatil olacağını, orada neler yapacaklarını, her şeyin harika olacağını heyecanla söylerler. Sonra sıra korku odasına gelir. Korku odasındakiler kargaşa içindedir. Gidemeyeceklerini, arabanın bozulacağını, yıldırım düşebileceğini evde rahat oturmak varken tatilde ne işleri olduğunu bağıra çağıra telaş içinde söylerler. Bu linkten reklamı da izleyebilirsiniz.  http://www.youtube.com/watch?v=k0c9G8WDqC0

Ne kadar gerçekçi bir reklam değil mi? En basitinden bir tatile çıkmak için karar verirken bile bu mekanizmayı kullanıyoruz. Geçtiğimiz hafta korku odasından konuşmaları çok duyduğum bir zaman dilimiydi. Sadece kendimde değil, birkaç arkadaşımla da benzer konular gündeme geldi. Özellikle romantik ilişkilerde korku odasındaki kargaşayı çok yoğun duyuyoruz. Kaybetme korkusu, yalnız kalma korkusu, beğenilmeme korkusu, kavga etme korkusu, başarısız olma korkusu gibi pek çok korku ortaya çıkıyor. Belki de gerçekten yapmak istediklerimize engel oluyor bu korkular. Korkularımıza teslim olmamak için anı kaçırıyoruz. Korkularımıza teslim olmamak için şimdiyi yaşamak yerine kötü senaryolar üzerine planlar yapıyoruz. Korku odası şimdi ve burada yaşamayı engelliyor. Şimdi hayatımızda var olanın, şu anda yaşananın tadını çıkartmamızı engelliyor.

Evet! Gerçekten, bir karar verdiğimiz zaman bunun bir bedeli oluyor. Bazen olumlu bazen de olumsuz sonuçlar getirebiliyor. Ama korku odasındaki kargaşayı dinleyip, “ya şimşek çakarsa, ya araba bozulursa, ya âşık olur ve terk edilirsem, ya bu adama hayır deyip yalnız kalırsam, ya iş değiştirir ama eski işimi özlersem, ya taşınır ama eski evimi daha çok beğendiğimi anlarsam…” demekle hayat yaşanmıyor. “Şimdi ve burada” yaşamaya engeldir bu cümleler. Oysa keyif odasının hayatımızı yönetmesine izin verirsek, şimdiki anın tadını çıkartmaya bakabiliriz. Belki taşındıktan sonra eski evimi özleyeceğim ama “ah ah ya evimi özlersem” diye korku yaratıp adım atmaktan kaçarsam, yeni bir evde olmanın keyfini de asla süremeyeceğim.

Bir arkadaşımın yolladığı; sevgi üzerine yazılmış bir yazıdaki hikâyeyi paylaşmak istiyorum. Hikâye bana çok şey anlattı, zeminimdeki sevgi/korku odalarını kıpırdattı.

Yaşlı bir Zen rahibi ölüm döşeğindeymiş. Son günü gelmiş ve o akşam artık öleceğini ilan etmiş. O yüzden öğrencileri, havarileri ve arkadaşları gelmeye başlamış. Onu seven çok insan varmış. En eski öğrencilerinden biri ustasının ölmek üzere olduğunu duyunca hemen pazara koşmuş. Ustasının çok sevdiği özel bir pasta varmış. Ona o pastadan almaya gitmiş. Pastayı almış ve elinde pastayla hocasının kulübesine koşmuş. Kulübede herkes endişeliymiş. Sanki Usta birini bekliyor gibiymiş. Gözlerini açıp etrafı taradıktan sonra tekrar kapatıyormuş. Öğrencisi kulübeye gelince hemen sormuş: “Tamam, sonunda geldin. Pasta nerede?” Öğrencisi pastayı çıkartmış. Usta pastayı sorduğu için de çok mutlu olmuş. Ölmek üzere olan Usta pastayı eline almış, ancak eli titremiyormuş. Çok yaşlı olmasına rağmen elleri titremiyormuş. Biri sormuş: “Bu kadar yaşlısın ve ölmek üzeresin. Yakında son nefesini vereceksin ama ellerin bile titremiyor.”
Usta yanıtlamış: “Ben asla titremem, çünkü korkum yok. Bedenim yaşlanmış olabilir ama ben hâlâ gencim ve bedenim geride kaldıktan sonra bile genç olarak kalacağım.”
Sonra pastadan bir lokma alıp çiğnemeye başlamış. O sırada biri sormuş: “Son sözün ne olacak, Usta? Yakında aramızdan ayrılacaksın. Neyi hatırlamamızı istersin?”
Usta gülümsemiş: “Ah, bu pasta çok lezzetli.”

Şu anda, yaşayan adam için son sözü, şimdi hissettiği pastanın lezzetidir. Öleceğini bilmek bile önemsiz. Şimdi yaşanan bu anda, bu pasta çok lezzetlidir. Bence hayatta da bunu başarabilmek gerekiyor. Sevgiyi yaşayabilmek için daha çok keyif odasını dinlemek gerekiyor. Korkuların bizi kafeslere sokmasına izin vermemek gerekiyor. Sahip olmadıklarımIZ için sızlanmak yerine, şu anda ne var ise onlar için mutlu olup pastanın tadını çıkartmaya bakmak gerekiyor. Anın içinde olup, şimdiyi her şeyiyle yaşayıp keyif odasını dinlemek gerekiyor. CARPE DIEM !

Resim:  http://carinascraftblog.wardi.dk/2008/03/getting-to-know-you-kajsa-wikman.html