Hergün yeni bir şeyler yaşıyoruz. Her yaşantı ruhumuzda bir iz bırakıp geçiyor. Ben, bu izlerin hayatımızdaki pozitif izdüşümlerinin takipçisiyim.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

HAKUNA MATATA

Oh! İnsanın evi gibisi yokmuş. Özledim. Tam 12 gündür evimden uzaklarda dolanıyorum. Evinden uzaklarda kalmaya alışık olan ya da yurtdışında zaman geçirmiş olanlar için pek uzun bir süre olmayabilir. Ben genelde bir haftayı geçmeyen kısa süreli yolculuklar yaptığımdan bu benim için oldukça uzun bir zaman dilimiydi. “Macera dolu Amerika” demiştim giderken. Yapmak istediğim çok şey, görmek istediğim çok yer vardı. Kısa süreye hepsini sığdırmaya çalıştım. Sürekli bir yarış halindeydim.

Bu hızla yürürken, çok şey yaşadım, pek çok şeye dokundum ve oturup ruhumu bekleyecek zaman bulamadım. Sanırım yolculuğumun yansımalarını anlamak için Kızılderililer gibi, biraz oturup ruhumun bana yetişmesini beklemeye ihtiyacım var. Tam bunu düşünürken; sabah bir arkadaşım Uruguay’lı şair Mario Benedetti’nin çok hoş bir şiirini paylaşmış benimle.

Mi táctica es            (taktiğim

hablarte senle                 konuşmak

y escucharte                         ve seni dinlemek

construir con palabras                       sözcüklerle

un puente indestructible”                          yıkılmayacak bir köprü kurmak)

Evet; uydu bana da. Ruhumla bedenimi yeniden birleştirmenin yolu kendimi dinlemek ve kendimle konuşmak sanırım. Böylece yaşadıklarım ve içimdeki yansımaları arasında yıkılmayacak bir köprü oluşturabileceğim.

Ben bu tatilde tek başıma idim. Tek başına yeni bir yerleri keşfetmenin, yürürken bambaşka insanlarla karşılaşıp sohbet etmenin keyfine vardım. Aklımı kurcalayan bir sorunu içimde çözmeye çalışıp, tek başıma kalıp kimseyle paylaşamamanın zorluğunu yaşadım. Ben bu tatilde hep beraberdim. Hep korundum kollandım. Dostluğun ne kadar sarıp sarmalayıcı, özenli olduğunu anladım. Hiç yalnız kalmadım, kaybolmadım. Her ikisi de bazen zor geldi. Kaybolmak isterken kollandım, kollanmak isterken kayboldum.

Uçaktan iner inmez sıcak, samimi bir gülüş, tanıdık bir yüz beni karşıladı. Macera, Las Vegas’la başladı. Kendimi yapay bir film setinde buldum. Bitmeyen bir elektrik akımı, kalabalık, baktığım her yerde ne olduğunu anlamadığım makineler vardı. Kalabalık bir insan seli üzerime geliyordu. Bir an Eifel kulesini görüyorken, bir başka an dev bir otelin içerisindeki gökyüzüne bakıp Venedik kanallarını izliyordum. Bu karmaşanın içinde beni en mutlu eden; Cirque du Soleil’in muhteşem dans gösterisi ve Lion King müzikalini izleyebilmek oldu. Özellikle Lion King beni çok etkiledi. Kostümler, makyaj, kuklalar, müzik süperdi. Hayvan maskelerinin ve kostümlerinin insan yüzü ve bedeni ile birleşimi harikaydı. İzlerken gerçekten o ormanın içinde kayboldum. Küçük aslan Simba’nın hikâyesini bilirsiniz mutlaka. Babasının ölümüyle evini terk ettikten sonra ne yapacağını bilmez halde, mutsuz, sefil dolaşıp duruyordu Simba. Karşısına çıkan arkadaşlarının hayat felsefesi ise “Hakuna Matata”- No Worries idi. Bir süre; neşe içinde yaşadılar. Sonra birgün Simba hayatta Hakuna Matata’dan fazlası olduğunu anladı.

Ben de bu tatilde bazen “Hakuna Matata” yaptım, bazen de içsel yolculuğumda derin düşüncelere daldım. Kollarımda beliren kızarıklıklar canımı acıttığında, neden olduğunu düşünmek ve mesajı almak yerine, dertlenmedim. Tatilimin keyfini çıkartıp eğlenmeye devam ettim. Nasılsa uygun zamanda onu da anlayacaktım. Anladım.

Ruhumla buluştukça, mesajları özümsedikçe maceralarımı yazmaya devam edeceğim.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

MACERA DOLU AMERİKA

“Yolculuk” bir yerden bir yere giderken geçen zaman dilimine denir.

Ben bu sene farklı yolculuklar yapıyorum. Aslında ben hep yolculuktayım. Lao Tzu demiş ki; “binlerce kilometrelik yolculuklar tek bir adımla başlar.” Ben de bir adımla başladım. Önce içsel yolculuk yapan bir yolcu oldum. İçime döndüm, tepeleri aştım, düzlükleri inceledim, farklı renkleri tanıdım. Zeminimi oluşturan parçaları gezdim. Kendi topraklarımı tanıyıp, ev sahibi olduktan sonra biraz da dışarıları dolaşmaya karar verdim. Başka insanların hayatlarına yolculuk ettim. Onlar içsel yolculuğunu yaparken yanında yoldaş oldum. Onlar dokunurken kendi içlerindeki yerlere, ben de değişik topraklarda ruhumu gezdirdim. Bazen de valizimi toplayıp fiziksel olarak yollara çıktım.

“Yolculuk ne zaman başlar?” Dün akşam bir sohbet ortamında bu soru gündeme geldi. Kimileri yolculuğun uçağa binerken başladığını söyledi. Kimileri havaalanına gitmek için yola çıktığında ya da valizini toplarken başladığını söyledi. Bence; yolculuk bitmeyen bir süreç. Zihinde başlıyor. Ben kendi içimde gezerken zeminimde kafeslerle karşılaşmıştım. Üstelik de kendi kendimi kilitlediğim kafeslerdi bunlar. Ve kimileri için ufak benim için büyük bir adım attım. Bu seyahat, zihnimdeki kafesleri açmak için attığım bir adım, bir anahtar. Zihinsel yolculuğumun fiziksel bir ifadesi. Yolculuğum için yer seçme, tarih belirleme, içeriğini planlama yolculuğumun zihinsel süreci. “Yolculuk” çok öncelerden başlamış oluyor böylelikle. Uçak biletini almaya karar vermek, gidilecek olan yerdeki hava durumunu öğrenmek, valizini toplamak bu zihinsel yolculuğun fiziksel yansımaları oluyor. Ve sonra o gün geliyor. 13 Mayıs 2010- Macera dolu Amerika, Amerikaa : ) Heyecanım başladı.

Yolculukla ilgili yazıları okurken gözüme Lao Tzu’nun küçük bir hikayesi çarptı. Kendi yolculuklarımda benimsediğim felsefeyi güzel özetliyor. Hayatın getirdiklerini mutlulukla kabul ediyorum ve yolculuğun bir sonraki kısmını merakla bekliyorum.

“Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama dillere destan bir beyaz atı varmış. Kral bu at için ihtiyara büyük bir servet teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köy halkı adama hem atından olduğu hem de satıp parasını almadığı için vah vah demiş. İhtiyar: “Karar vermek için acele etmeyin” demiş. “Sadece at kayıp” deyin, “Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.”
Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmiş ve at bir gece ansızın dönmüş. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler şanslısın, şimdi bir at sürün var.” Demişler. “Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz.”
Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini sağlayan oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. “Bir kez daha haklı çıktın” demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler. İhtiyar “O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağını asla bilemezsiniz”
Birkaç hafta sonra düşmanlar hanedanlığa çok büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere gönderme emrini vermiş. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler. “Gene haklı olduğun kanıtlandı, oğlunun bacağını kırması şansmış meğer” demişler. İhtiyar köylülere “Ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde.Hangi şans hangisi şanssızlık sadece Allah biliyor”

Lao Tzu öyküsünü şu nasihatla tamamlar; “İyi bir gezginin sabit bir planı ve varmaya niyeti yoktur. Gezi hiç bitmez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüsek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.”

İyi Yolculuklar...

Resim: http://3.bp.blogspot.com/_zGKuj0GX854/STAnozUtTdI/AAAAAAAAAbA/rQqE_7dl774/s400/28Cassandra_balloons.jpg

6 Mayıs 2010 Perşembe

HAYATIN KİMİN ELLERİNDE?


Son günlerde kafam çok karışıktı, bir türlü kendimi sakin ve düzende hissedemiyordum. Aklımda binlerce fikir uçuşuyordu ve ben bunları ne yapacağımı bilemez haldeydim. Seminer yetiştir, yazı yaz, içini karıştırmaya devam et, rüyalarını yorumla, tatil için hazırlık yap, arkadaşlarını, aileni ziyaret et, spora git, ona yetiş, buna da yetiş… Yok, yok, şikâyet ediyorum sanmayın sakın. Ben çok mutluyum. Hepsine yetişebiliyor olmak, keyif aldığım insanlarla hem keyifli hem de öğretici faaliyetlerin içinde bulunmaktan çok memnunum. Ohh! Şükürler olsun hayatım için : )

Sanırım asıl karışıklığım zihnimdeydi. Eğitim grubunun son oturumunda sunacağım kapanışı planlamaya çalışıyordum. Tabi kapamak için önce bütün açılmışları bir bir toparlamak gerekiyor. 2008 yılında başladığımdaki ben ile 2010 yılında şimdi bu eğitim programını bitirirkenki ben aynı değilim. Değiştim! Korkularımla yüzleştim. Eskiden gizlendiğim, kaçtığım korkularımın artık dimdik karşısındayım. İlişki kurma biçimlerimin farkına vardım. Karşımdaki insanların farklılıklarına anlayışımı arttırdım. Etrafımdaki uyaranlara farklı bakış açılarıyla yaklaşmayı deneyimledim. Hayatımda bazı şeyleri neden yaptığımın kaynağını buldum. Seçim yapmayı öğrendim. Suskun kalırken, seçmediğimi zannederken bile neleri hayatıma davet ettiğimi gördüm. Ama bir o kadar da aynı kaldım! Özümü koruyup, kendimi daha farklı yönlerden tanıdım. Hayatımın sorumluluğunu elime aldım. Kendime acımak yerine, olduğum halimi sevip/ onaylayıp içinde bulunduğum şartlarda yapabileceğimin en iyisini yapmak için harekete geçtim. Hatta belki de içinde bulunduğum durumu da seçtiğimi anlayıp bu seçimimden de keyif duymayı öğrendim. Ben geliştim! Başka hayatlara da dokundum. Onlara ayna oldum. Yürüme hızını fark edip aynı hızda yanında ilerledim. Olayları kendi gözümden anlatmadan önce onun yerine geçip onun ne gördüğüne bakmayı öğrendim. Psikodrama terapisti J. L. Moreno’nun bu rol değişimi sürecini anlatan şiirini anımsadım.

A meeting of two: eye to eye, face to face.
And when you are near I will tear your eyes out
and place them instead of mine,
and you will tear my eyes out
and place them instead of yours,
then I will look at you with your eyes . . .
and you will look at me with mine.

Ben ne zaman bir konuya yoğunlaşsam karşıma aynı enerjideki insanlar geliyor. Sohbetimiz ortak noktada buluşuyor. Bu günlerde de hayatında karşısına çıkan durumlar için “ah ne güzel sürpriz yaptı hayat bana” diyen biri ve “ya işte böyle de kötü bir durumun içindeyim, yazık bana” diyen başka biri ile sohbet ettim. Duyguları farklıydı ikisinin de ama aslında birbirinden farkı yoktu bence. Kendi hayatlarındaki olumlu ya da olumsuz bir durumun sorumluluğunu taşımıyorlardı. Sanki sihirli bir el gelmiş onları bu durumun ortasına koyup gitmiş gibi davranıyorlardı. Her ikisine de söylediğim aynı oldu. “Peki sen bu olup bitenlerin neresinde duruyorsun?” Amacım sadece şiirdeki gibi onlara kendi gözleriyle dışarıdan kendisini görmekte yardımcı olmaktı.

Kendi hayatın için senin yaptığın ne? Hayatını hep sihirli bir el mi yönetecek? Peki ya o sihirli el yorulursa? Peki ya o sihirli el senin istediklerini yapmazsa? Gelene razı olmak mı gerek? Hayır! Kocaman bir hayır. Mutlu olmanın sorumluluğu kendine aittir. Etrafındaki insanlara nasıl davranmayı seçtiğin, nerede yaşamayı seçtiğin, bir şeyleri yapmayı mı yoksa kendime acıyıp, beklemeyi mi tercih ettiğin mutlu olma yolundaki senin sorumluluğundur. Bazı olumsuz olayları ucundan yakalayıp kendine mutsuzluk için bahane olarak kullanmak bir seçenek. Bu olay nasıl olsa meydana gelmiş, o zaman var olan durumda kendini nasıl var edebileceğini düşünüp yüzünü mutluluğa dönmek de bir başka seçenek.

Hayattaki mutluluğa giden yol tüm davranışlarındaki sorumluluğunun farkında olmaktan geçer. Ben iki senelik Gestalt yolculuğumda hayatımın neresinde nasıl sorumluluk almaktan kaçındığımı buldum. Geçmişteki korkularımla nasıl karşı karşıya durabileceğimi, seçeneklerim olduğunu gördüm. Bu yolculukta edindiklerimle ben mutluluğumun sorumluluğunu almayı seçtim. Her sürecin bir vedası/ kapanışı olduğunu ve bu kapanışı yaşamaktan da keyif alınabileceğini öğrendim. İşte bu kitabın adı “BOOK OF CELLA”.

Resim: http://www.bushywood.com/media/media_images/puppet_step_children_wicked_traps_blackmail.jpg